ALLAH ve RESULÜNÜN
MUHABBETİ UĞRUNA
Sevgili Peygamberimizi düşmana karşı müdüfaa Ederken sağ kolu ani bir kılıç darbesi ile Kesilince sancağı sol koluna alan sol kolu Kesilince kesik kolları ile onu bağrına basan Ve şehid olunca üzerindeki entari Yetmediğinden ayak tarafı ancak otlarla Örtülmek suretiyle toprağa verilen o büyük Sahibeye gökteki yıldızlar, çöllerdeki kumlar ayısınca selam olsun.
Kıvrım kıvrım siyah saçlar,cezbedici yüzü, mevzun boyu ayakkabıdan elbiseye kadar tril tril kıyafeti ile Mekke'nin en zarifi, en narini, en kibarı ve en güzeli:
Yani:
Mus'ab bin Umeyr.
Mus'ab bin Umeyr, çok zengin bir ailenin çocuğu; mükemmel bir tahsil görmüş. Kıvrak bir zeka ve üstün fesahat ve belegata sahip.
Bu yüzden de annesi başta olmak üzere bütün aile üstüne titriyor...
Fakat O, içinde bulunduğu halden memnun değil. Şu putların tarı olması ne demek? Hihayeti ağaç, taş, cansız cisim. Aklı almıyor böyle bir şeyi, İçinde bir boşluk var. Sebebini bilmediği bir sıkıntı, cevabını bulumadığı sualle, iç dünyasını zorlayıp duruyor...
Allah, şu cansız heykeller olmamalı... Allah, elbette madde ve cisim değil. Ve bu sebeple Mekke sitesinin bu entellektüel genci, aileden gelen şu batıl dine; daha gerçek ifadesi ile; din zannettikleri düzmeceye içten içe isyanda haklıdır.
Mus'ab, yaşadığı coğrafyanın din diye sarıldığını kabullenemiyor. Bu nasıl din ki şu toplumun ileri tutar tarafı yok?
Seçkin genç, bu fikirle çalkalınırken beklemediği bir zamanda ruhunun penceresinden bir nur hüzmesi akmaya başlıyor. İslamiyeti işitiyor. Muhammer-ül Emin, yeni bir dinden bahsediyormuş; kendisi de o dinin peygamberiymiş... Sağdan solran O'nun büyük çağrısı kulağına çalınıyor.
Ne güzel sözler... bunlar, insan aklının eseri olamaz!
Mus'ab, bu sözlerdeki derinlikle çarpılıyor sanki. Ve davet, O'nu da Darül Erkam'a çekiyor.
Burada Allah'ın Resulü'na dinliyor. Yeni dinin mahiyetini öğreniyor ve müslüman oluyor. Kuş gibi hafif. Bütün iç huzursuzluk ve sıkıntılar süngerler silinmiş gibi.
Şimdi Mus'ab radıyallahü anh, bir kat daha... hayır bir kat değil; bin kat daha güzeldir, bin kat daha kibardır, bin kat daha zarifdir. Sadece zahiri değil, batını da süslenmiştir.
Darül Erkam'a gizli ziyaretleri devam ediyor.
... kelime-i şehadeti söyledikten sonra büyük borç namaz. Mü'minin ömrünün sonuna kadar şerele ifa ettiği; ifa etmeye mecbur olduğu büyük yükümlülük. Müslümanı namazsız düşünmek nne kadar zor.
-Mus'ab, Muhammed'in dininne girmiş; namaz kılarken gözümle gördüm; haberiniz olsun!
İhbar, evde bir bomba gibi infilak etti. Hazret-i Mus'ab'ı bularak aile divanını kurdular. Ve derin bir sorgulama başladı.
Nasihatleri;
Tehditleri hep boş... Belliki hiç bir tedbir O'nu, yüzünü döndüğü yönden çeviremeyecek. Tek yol geriye kalıyor; Şiddet, zulüm ve baskı.
Anne-babasının emri ile mahzene attılar. Burada günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra bir gün en kızgın saatlerde, güneşin altına çıkarılarak dayak ve eziyete başladı.
Oğulları ile haklı olarak iftihar eden ve üzerine titreyen anne-babası şimdi O'na bir tercih hürriyetini çok görüyor ve insafsızca işkenceler yapıyorlardı. Öz anne-baba, öz evladına nbunu eder mi? Bu ne taassuptur böyle?
Ama ne hepis ne işkence...
-İslamiyetten dön!
Talimatları hep red cevabı alıyor. Büyük sahibinin aile efradı, öfke ve üzüntü içindeler. Bu nasıl iştir, ne beladır başlarına gelen!!!
Baskılara kahramanca direnen Mus'ab hazretleri:
-Muhammed'i inkar et, onun haber verdiği Allah'ı inkar et, cahillik etme, sana ne oldu, sen ki şu beldenin en akıllı genciydin. Deli olma! Sana mutlaka büyü yapılmıştır. Zaten senin Peygamber dediğin de sahir!..
...Bu ve benzeri sözlere kainıtın değişmez mutlak hakikatı kelime-i şehadet ile cevap veriyor...
-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resuluhü!...
Yeniden zından; tekrar işkence, bir daha zından ve netice alınamayanıca hep zından.
.......
Büyük mazlum, bir gün serbest bırakıldı.
Nereye gitse? Onların yanına mı; yani ailesine?
Aile mi kaldı? Anne annelikten çıktı, baba babalıktan... Şimdi en yakınları ile arasında kapanmaz uçurumlar var. Yollar ayrıldı. Maksatlar farklı. Fikirler, duygular, heyecanlar uyuşmuyor. Ve aynı kanı taşıdıklarından çektiklerini, yabancılardan görmüyor.
Mus'ab rıdayallahü anh; ailesinin gözbebeği Mus'ab; tiril tiril kıyafeti, aşılmaz kibarlığı ile bütün hayranlıkları etrafına bir hale gibi çekmiş olan Mus'ab, bu şehire yabancılaşmıştır artık. Artık, bu insanlarla ortak tarafı yok. Onun kalbi, onun; efendisinin etrafında mum alevinde dönen pervaneler misali aşkla uçuşan yeni dinin salikleri ile aynı frekansta atıyor.
Şimdiden sonra anne onun için yok, baba onun için yok, aile onun için yok, akraba yok, komşu yok, şu şehir dolduranlar yok. Bunların hepsi onun yolunda ve onun uğrunda ölmüştür... efendisi Muhammed, sallallahü aleyhi ve sellem için.
Bütün bunlar yok ama; Allah var.
Allah'ın habibi var...
Öyle ise O, ne sonu gelmez sıcak kum deryalarında; ne de yalnızlığın insanı bir bıçak gibi kestiği buz ummanlarında.
Allah var gam yok.
Bu, hakikatın, ta kemiğe kadar, iliğe kadar işlediği iman...
Muminler, efendimizin emirleri ile birazcık nefes alabilmek için Habeşistan'a hicret ediyorlar. İşkencelerden yakayı kurtarmak başka türlü mümkün değil. Mus'ab radıyallahü anh da aralarında... Bu öncü sahabi, Habeş diyarında bir zaman kalıyorsa da Peygamber aleyhisselamın aşkına daha fazla dayanamayarak, yeniden Mekke yollarına düşüyor...
O, Mekke'den içeri girdiği sırada kainatın efendisi, aleyhisselatü vesselam, Hazret-i Ali Keremmallahü vecheh, iele bir kenarda oturmuş sohbet ediyorlar... Uzaktan bir gelen var. Gelen, yaklaşınca Resuller şahının gözleri yaşla doldu. Zira dünün o en pahalı ve en güzel giyinen gencinin üzerinde eski püskü ve yamalı bir entariden başka bir şey yoktur.
Hey gidi hey!... Şıklık ve zarafetinden yürüdüğü sokaklarda insanların pencerelere dökülüp ardınca baktığı Mus'ab bin Umeyr! Bu ne kahramanca fedakarlıktı böyle?.. İşte Sevgili Peygamberimiz nemli gözlerle, bunu ifade buyuruyorlar:
-Kalbini Allahü teala'nın nurlandırdığı şu kimseye bakın... Allah ve Resulünün muhabbeti onu bu hale getirmiştir.
YEMENE SIÇRAYAN NUR KIVILCIMI
RESULULLAH'IN BÜTÜN HARPLERİNDE BULUNAN; HAZRET-İ EBU BEKR DEVRİNDE İSLAMİYETİ TERKEDEN BEDBAHT MÜRTEDLERLE YİĞİTÇE VURUŞURKEN ŞEHİD OLAN O KAHRAMAN SAHABİNİN YÜKSEK RUHUNA OKYANUSLARA KOŞAN COŞKUN IRMAKLARIN BERRAK SULARI KADAR SELAMLAR OLSUN.
Peygamberimizi dinleyen biri şayet peşin hükümlü değilse mutlaka müslüman oluyor... insanların böyle tek tek müslüman olmaları putperest Mekkelileri son derece rahatsız etmekte. Bu yüzden etrafını uzaktan uzağa görünmez duvarlarla çevirerek insanlardan tecrid etmeye çalışıyorlar.. bu duvarlar; yalan, iftira ve dedikodu aşağılığı tarafdan kuşatıp aynı sözleri belki bin kere tekrarlayarak alabildiğine bir menfi propaganda ile beyin yıkıyorlar...
Tufeyl bin Amr'ı bile bu korkunç söz taarruzu ile kandırabildiler. O Tufeyl ki Yemen'in en iyi kabilesine mensup seviyeli bir insan. Aynı zamanda şair. Arapça lisanının ustalarından. Buna rağmen. O'nu da şaşırttılar. Tufeyl, duyduklarından ürktü ve tedirgin oldu.
...İslam güneşinin dünya ufkunda karanlıklar ıyırta yırta ağır ama emin bir yükselişle doğduğu günlerdi.. Kafirler, müminlere sadestçe zulmediyorlar. İşte bu hengamede Tufeyl bir Amr, Mekke'den içeri girdi. Ticaret yaptığı için bu şehre zaman zaman gelir; hem alış veriş yapacak hem de Kabe'yi ziyaret edecektir. çünkü hac mevsimi. Niyeti ve geliş sebebi bu... Ya kendisini bekleyen istikbal? Orası esrarlı bir perde ile örtülü.
Tufeyl'in geldiğini gören islam düşmanları, yanına gelerek hoş-beşten sonra konuşmaya başladılar. Sözü biri bırakıp biri kapıyordu...
-Aman dikkatli ol! Abdülmüttalib'in yetimi vardı ya; hatırlar mısın? Evet canım Muhammed! Şimdi büyük iddialar peşinde; Peygamber olduğunu söylüyor. Güya kendisine Kur'an isminde bir kitap geliyormuş. Şaşırdın değil mi? Büyülü sözleri ile aramıza ikilik soktu. Bir çok kimse de kandı ona Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirine düşürdü; kardeşi kardeşe düşman etti... aman ha semtine uğrama! O'nunla karşılaşsan bile tek kelime konuşma! Sözlerinin sihrine kapılırsın! Bizim başımıza gelen bu felaketin uğursuzluğu sizi de sarmasın. Onun için en iyisi burada fazla kalmayarak memleketine dönmen.
Bunları söyleyenler sıradan kimseler de değil. Şehrin en tanınmışları. Hatır sahibi insanlar... O yüzden Tufeyl şaşkın ve tedirgin. Buraya ne için gelmiş; karşısına nasıl bir hadise çıkmıştır... Kader'in kendisini o mübarek hadiseye taraf yapacağını Tufeyl nasıl bilsinki...
Bu azametle yürüyen ve kendilireni imtiyazlı gören adamların ettiği laflar o kadar çok tekrarlandı ki Tufeyl'de söylenenlerin doğruluğundan en ufak şüphe kalmadı... tamamen müşriklerin etkisindeydi; kararını verdi: Şayet O'nunla rastlaşırsa asla konuşmayacak; bir şeye söylerse cevap vermeyecekti... Şanlı-şöhretli şu kadar aklı başında insan yalan söylemiyordu ya!
Geldiğinin ikinci sabahında Kabe'ye giderken kulaklarını pamukla tıkadı. Olur ki karşılaşırlarsasözlerini duyarak ona inanabilir. Gençi zayıf iradeli değildir ama; yine de ne olur ne olmaz!..
Gerçekten Tufeyl bir Amr, Kabe-i Şerif'e vardığında Resulullah, sallallahü aleyhi vesellem, namaz kılıyordu. Tufeyl, sözlerinden kortuğu, kendisinden kaçtığı insanın her nedense gidip yakınında durdu. Hayret! O kadar yer varken efendimize yakın durması!... Asıl heyret edilecek olansa daha sonra vuku buldu. Kulağını sıkıca kapatan pamuğa rağmen yabancı adam, Peygamberimizin okduğu Kur'an-ı kerimden bazı parçaları işitti.
Ve işitmesiyle derin bir hayranlığa kapılması bir oldu. Neye uğradığına şaşırdı. Bu ne tatlı sözlerdi böyle! Ve o an aklını başına devşirdi. Ne diye şuna buna kanarak çocukça hallere giriyordu? Kendinden utandı ve yaptıklarını kınadı. "Ben dedi, kendi kendine mırıldanarak, iyi ile kötüyü ayırdedemeyecek birimiyim? Üstelik de şairim? Öyle ise bu korku niye, dediklerini beğenirsem, O'nu kabul eder, yoksa reddederim." Pamukları kulaklarından aldı ve bir kenara saklanarak çıt çıkarmadan kainatın baştacının anlatılmaz güzellikteki bir huşu ile okuduğu "Kur'an" buydu. Bu ne sihir ne de şiir. Bu sözler, beşeri değil. Bunlarda ilahi bir koku var. İlahi bir renk, ilahi bir ahenk taşıyor. Tufeyl, olduğu yere çakılmış gibiydi.
Zevk ve huzurdan, çevresinden kopmuştu. O şimdi sade bir çift göz olmuş iki cihan sultanını seyrediyor ve büyük rehberin dudaklarından kanatlanıp uçuşan surelerin sonsuz lezzetini yudumluyordu.
Nihayet Sevgili Peygamberimiz, namazını tamamlayarak evlerine dönmek üzere yola koyuldular. Ama; yalnız değiller. Bir gölgenin de mahcup adımlarla yüce sulatının ardısıra gelmekte olduğunu görüyoruz. "O da kim?" diye sormamıza hacet yok. Çünkü tahmin ettiğiniz gibi bu Tufeyl bin Amr ed Devsi'nin ta kendisidir. Çünkü...
...çünkü O'nu namazda gördüğü ve billur sesinden Kur'an-ı kerim'i ilk iştiği an içinde nurdan yanar dağlar indifa etmeye başlamış ve sana'tkar sezişi ile doğru bulmuştur... daha doğrusu ezelde takdir edilen vuku bulmuştur.
Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Hane-i Saadetlerine dahil olunca peşindeki aşık da mukaddes eşikten adımınnı atıyor:
Boynu bükük olarak halini arz ediyor:
-Milletin, hakkında kötü konuşuyor. Seni bir ağızdan bana çok fena karaladılar. Öylesine ürktüm ve o kadar çekindim ki ne olur ne olmaz sözlerin kulağıma çalınır da kanarım diye Kabe'ye gelirken kulaklarımı pamukla tıkadım.
Ama hikmete bakın ki, okudukların, hem kulaklarımın hem kalbimin pasını sildi!.. Allahın Resulü bana islamiyeti anlat! Kabule, müslüman olmaya hazırım.
Efendimiz, bu nasipli kula biraz kelamı kadim okudular...
Tufeyl, bundan daha güzel sözü ömründe işitmediğini söyleyerek kelime-i şahadet getirip müslüman oldu. Ve müslüman olarak Peygamberden sonra en üstün insanlar sınıfı eshab-ı kiram'a dahil oldu, radıyallahü anh...
Müslüman olanın ilk düşündüğü ailesine, kabilesine kavmine koşmak...
Evinde yangın olduğunu öğrenen insanın ilk yapacağı iş, yakınlarını kurtarmaktır. Az daha gecikse sevdikleri cayır cayır yanailir. Sokakları yıldırım hızı ile aşıp merdivenlerden üçer beşer atlayarak kapıdan içeri dalarken bu adamın kafasında sevdiklerini alevlerin canavar ağzandan almaktan başka fikir yoktur. Sevgili Peygamberimiz'den islamiyeti öğrenip de insanların şu halleri ile dolu dizgin cehenneme koştuklarını anlayan her yeni Mü'min'in ilk aklına gelen en yakınından başlayarak beşeriyeti kurtarmak. Maksat memleketler fethi, ünvan ve tahtlar değil.
Eshab-ı Kiram'ın en namüsait şartlarda kıtalar ve denizler aşarak yedi iklim dört bucağa at koşturmasının hikmeti bu. Onların atlarının izninin kölesi olalım. Onlar sırtlarında sade bir entari ellerinde çıplak bir kılıçla kızgın güneşleri, donduran soğukları yenerek islamiyet müjdesini topraklarımıza kadar taşımasalardı acaba şimdi kimdik ve ne idik?
Kalbine yüce dinimizin güneşi doğana Tufeyl bin Amr, radıyallahü anh, Peygamber-i Ekber, sallallahü aleyhi vesellem'den aldığı feyz ve ilhamla islam meşalesini ailesine ve milletine taşıdı.
Ebedi kurtuluşun nurdan kıvılcımları şimdi Yemen'e sıçramıştı.
çııÖÖçşıÜüNübüvvetin beşinci yılı.
Zulme dur durak yok. Küfür, insafsız yangınlar, azgın dalgalar gibi mü'minlerin ve bilhassa arkasız mü'minlerin üstüne geliyor. İnkar cephesi için artık hayatın bir tek maksadı kalmamıştır; İslamiyeti yer yüzünden silip süpürmek. Onlara göre bir kimse Muhammedi olmakla putperestleri karşısına almış ve kendilerine harp ilan etmiş oluyor. birinin müslüman olduğunu öğrenmeye görsünler; aman Allahım, o ne vahşi tablolar!Aç kurtlar misali saldırıyorlar. Bütün mesele dayanmak, tahammül etmek... Ne kadar, nereye kadar, hangi güne kadar? Azap, işkence, zulüm, zulüm, zulüm.
Buna bir çare bulmalı; bir çıkış yolu aramalı. Acaba mir müddet için bile olsa Mekke'den gurbete mi göçseler?
Bir gurup mazlum sahabi, Resuller Resulünün muhteşem huzurlarındalar. Çektiklerini edebin en yüksek hali ile arzediyor; Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, birşeycik buyurmadan dinliyorlar... Sızlanmalar, dert yanmalar kendilerine malum olmasına rağmen tekrar tekrar büyük üzüntülerle anlatılıyor. Nihayet aziz arkadaşları, büyük; en büyük sahabi Hazret-i Ebu Bekir, radıyallahü anh, devreye girme zaruretini duydular.
Ey Allah'ın Resulü! Kafirlerin, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems'e yaptığı işkenceleri görseydin bu arkadaşlarımızın dileklerini zarurete binaen kabul ederdin...
Hazret-i Ebu Bekir'in bu ricası üzerine Resululalh hicret izni verdiler.
Mekke'den, o ana-baba yurdundan sırf dinlerini korumak, ibadetlerini yapabilmek için ayrılma zahmetine giren bu garip ama eşsiz sahabiler, yine arz ettiler:
-Ya Resulallah! Hangi memlekete gidelim; nereyi tevsiye buyurursunuz?
Mü'minler, sevinçle karışık bir keder içindeydiler. Bir tarafta vahşi işkencelerden kurtulma ümidi, bir tarafta şanlı Peygambere hasret ve gurbet çilesi... Mübarek elleri ile Habeşistan; yani bugünkü Etiyopya'yı, Kızıldeniz'in batı tarafını gösterdiler... Eshab-i Kiram sevindi. Çünkü işaret buyurulan yer hem yakın, hem de Mekke ile aynı iklim kuşağında. Gidenler intibak zorluğu çekemiyecekler.
On erkek ve dört kadın, Habeşistan'a gitmek için gizlice hazırlandı. bunlar:
Osman bin Affan ve Sevgili zevceleri peygamber kerimesi Rukiyye binti Resulullah-ki Rukiyye radıyallahü anha'nın da hicret kafilesine dahil edilmesini server-i alem, Osman radıyallahü anha'a emir buyurdular;
Ve Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rabia ve zevcesi Sühlet binti Süheyl, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Amr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Selem't-ibni Abdülesad ve zevcesi Seleme binti Umeyye, Osaman bin maz'un, Amir bin Rebia ve zevcesi Leyla binti Ebi Hayseme, Ebu Sabret't-ibni Ebi Rahim, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems, Haris bin Süheyl ve muhacirlerin sağlıkla menzile vardıkları haberini getirmek için kendilerine refakat eden Esma binti Ebi Bekr, radıyallahü anha...
Hazret-i Osman, radıyallahü anh, ve eşi Rukiyye, Lut Peygamber'den bu tarafa küfrün elinden başka diyara göçen ilk aile. Bu sebeple buyurulan Hadis-i Şerif:
-Osman ve benim kızım, Lut aleyhisselam'dan sonrra hicret eden ilk karı-kocadır.
Muhacirler, kimsenin gözüne çarpmadan, kimseyi şüphelendirmeden sağ salim Kızıldeniz sahiline vardılar. Gerileyip gerileyip uysal bir at gibi ayaklarına kadar gelen dalgalar:
-"Çok çektiniz. Büyük imtihan verdiniz. Binin sırtımıza sizi rahat günlere taşıyalım" diyordu; diyor gibiydi. Deniz, ufuklara kadar çağırıyor insanı. Hür ve huzurlu zamanlar, bu ufkun hemen arkasında. Fakat bu sırada bir aksilik oldu. Birden Nevfel binti Muaviye, devesi ile önlerine dikildi... devedeki adam, soran gözlerle bakışlarını tek tek yüzlerde gezdiriyor. Ciddi ve şüpheci. Mü'minlerin yüreği çarpınan bir kuş gibi. Ama dıştan aldırışsız ve soğukkanlılar.
Adam, devesinde şöyle bir doğrulduktan sonrra sordu:
-Nereye gidiyorsunuz böyle?
Bu iki kelime, keskin bir nişancının ard arda fırlatıp tahtaya kapladığı iki yaman bıçak gibi sessizliği ortasında kesmişti.
Düşmana hile caiz. Harp hiledir. Harpte düşmana yalan yine o harbin taktiklerinden bir taktik. Hemen cevaplandırdılar:
-Denizde bir gemi parçalanmış onu satın almaya niyetlendik.
Nevfel, pek tatmin olmadı. Tatmin olmadığı için de umre niyeti ile gittiği Mekke'de şüphesini müşriklere açtı... Kureyş'in arasında hemen mbir panik koptu.
-Aman, dediler, bir ekip hemen ardlarından yetişip yakalasın. Gemi falan yalan. Onlar, bizden kaçan müslümanlardır.
Gerçekten silahlı bir gurup kureyşli, vakit kaybetmeden Kızıldeniz sahiline vardılar.... muhacirleri yakalayacaklarına, onları bu defa öyle beter işkencelerden geçireceklerine inanmışlardı ki kumasalı boş bulunca beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Kıyı boyunca aşağı yukarı koşturdularsa da görünen hiç bir şey yoktu. Sahile vuran dalgalar, "ahmaklar", "ahmaklar" der gibi sert ve alaylı.
Allahü teala, kendi aşkı uğruna vatanlarından ayrılma fedakarlığına katlanan mü'minlerin işlerinde kolaylık yaratmış, onlar, uygun deniz ve uygun havayla sal üstünde kısa zamanda Afrika yakasını bulmuşlardı. Kızıldeniz'in Asya sahillerinde tepinen kafir atlıları yumrukları ile boşluğu döve döve öfke içinde Mekke'ye döndüler.
Bu sırada Habeş kralı, "Necaşi" isminde bir hırıstiyandı. Mekke'den gelen bir kafile müslümanın, ülkesine sığındığını haber alınca iltica sebeplerini araştırdıktan sonra emniyetlerinin sağlanması için görevlilere emir verdi... Mü'minler, rahat ve huzur içinde hiç kimse karışmadan ibadetlerini yapabiliyorlar...
Bu esnada Mekke'de Vennecm Suresi indi. kahraman Peygamber, bu sureyi Kabe'de müşriklerin hazır olduğu bir zamanda okumaya başladı. Ağır ağır, tek tek okuyordu. İki ayeti kerime arasında bir miktar bekliyorlardı ki, anlamı zihinlere tam olarak yerleşsin. Yüce Allah, şöyle buyuruyordu:
-Doğan ve batan yıldızlar hakkı için sizin sahibiniz Muhammed aleyhisselam, asla dalalet ve hatada olmadı. O, kendi nefsinden söz söylemez. Onun kelamı Kur'an-ı Kerim'dir. O'nun din işinde sözü ancak Allahü teala'dan gelen vahiydir. bu vahyi O'na çok kuvvetli olan Cebrail aleyhisselam getirmiştir ki, kanadıyla ve haykırmasıyla nice şehir ve milletleri yerle bir etmiştir. Lat ve Uzza ve Menat ismindeki putlara ibadet edersiniz. bunların kudretleri nedir ki Allahü tealayı bırakıp onlara taparsınız?
Surenin okunması bitince Sevgili Peygamberimiz, secdeye vardılar.
Kafirler de secdede. Hatta kendini beğenmişleri bile yerden bir miktar topratk alıp alınlarına sürerek güya secde etmiş oluyorlar... Garip! Hem de çok garip. Kafirler can düşmanları ile birlikte secdeye varsınlar. nasıl olur?
İzahı şöyle: Efendimiz, kafalara tam olarak yerleşsin de unutulmasın diye ayet aralarında bir miktar durarak yavaş yavaş okuyordu ya? İşte ütün sır burada. Şeytan; o lanetlenmiş mahluk, bu duraklardan yararlanarak müşriklerin kulağına sanki Resulullah söylüyormuş gibi şu sözleri duyurdu:
-Putlar uludur. Onlardan şefaat beklenebilir...
Allah düşmanları, sözü efendimizin söylediğine inanarak sevindier ve o yüzden yere kapandılar. Ve kendi aralarında toplanan kafirlerin vardığı karar:
-Muhammed ilahlarımızı tanıdı ve dinimizi kabul etti. Zaten biz de rızık verenin, öldürenin ve diriltecek olanın Allah olduğunu biliyoruz. Lakin putlarımız da şefaatçidir. O, bugüne kadar bunu reddediyordu. Bundan dolayı kendisine düşmandık, bu yüzden intikam alıyorduk. Ama madem ki şimdi gerçeği kabul ediyor. Biz de bundan böyle ne o na, ne yolundakilere hiç bir sıkıntı vermiyeceğiz. Artık sulh dönemi başlamıştır. Şimdiden sonra barış içinde yaşayacağız.
Şeytanın hilesini müşrikler böyle ahmakça bir yoruma bağlamışlardı. Ortalıkta şu asılsız söz dolaşmaya başladı: "Muhammed aleyhisselamla, kafirler barış andlaşması yapmışlar!!!"
Velid bin Mugire, teminat vermek için Resulullah'a geldi:
-İnandığın yolda selametle yürü. Bundan sonra sana dokunmayacağız. Belki yardım bile edebiliriz.
Peygamberimiz, hayret ettiler. putperestler niçin yumuşamışlardı ki?
Cebrail aleyhisselam, gelerek olup bitenleri ayrıntıları ile nakletti: Sevgili Peygamberimiz, şeytanın kendi sözlerini ayeti kerimenin arasına katmasına çok üzüldüler. Yüce Allah, Habibi üzülmesin diye yine Cebrail aleyhisselamı yolladı:
-Senden önce gönderdiğimiz şeriat sahibi Resuller ve onları takipçisi Nebiler, ayet-i kerime okumak veya bir şey konuşmak arzuladıkları vakit şeytan, o Peygamberin sözüne de bir şeyle, katardı. Cenab-ı Hak, ilahi kelamla Şeytani sözü birbirinden ayırır; sonra kendi ayetlerini hüküm ve isbat eder. Allahü teala, insanların hallerini bilici ve hükmünü icra edicidir...
Allah'ın Resulü, teselli bulup rrahatladılar ve bu defa yeni gelen bu ayet-i kafirlere duyurdular. Putperestler, bunun üzerine:
-Demekki Muhammed, ilahlarımızın Allah yanında yüksek dereceleri olduğunu ikrar ettiğine pişman oldu. Bu sulh andlaşmasını bozmak demektir. Öyleyse biz de barıştan vazgeçtik. O ve yolundakiler yine düşmanımızdır. Açıkça ilan ediyoruz!
Mekke'de bütün bunlar olup biterken Habeşistan'a göçen müslümanlar ne yapıyor acaba? Onlar rahatlar. Necaşi iyi bir ev sahibi. Fakat bu asılsız muahede söylentisi da oralara kadar uçtu. bunu işiten muhacirler:
Öyleyse dediler,biz de vatanımıza avdet edelim.Buraya putperestlerin dayanılmaz eziyetlerinden kurtulmak için göçmüştük.Madem ki sebep ortadan kalktı biz de gidelim.
Hakikaten döndüler.Ama şayianın yalan olduğunu ancak Mekke'ye geldiklerinde öğrenebildiler...İş,işten geçmişti.
Varsın geçsin.
Allah'ın takdiri ne ise elbette o tecelli edecektir.
......
39
"En'am suresinin 22.ayetinde:"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz;O'na insanların arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kişi"diye övülene nice selam ve nice gıpta ve nice hürmetler olsun.
Safa Tepesin'i görüyoruz.Bir gurup insan,toplanmış bir puta tapınıyor ve yalvarıyorlar.Ey tanrımız bize bol nimetler ver,şöyle şöyle kötülüklerden koru gibi. Taptıkları put Velid'in. Yani öyle garip bir tanrı ki bir de sahibi var. Peygamberimizin hizmetçisi Abdullah İbni Mes' ud hazretleri de orada ve onları uzaktan seyrediyor...koca koca adamlar,kendilerinden geçmiş halde putun önünde tuhaf hareketler içindeler. Ayin yapıyorlar. Gülünç ve insan haysiyeti için iğrenç manzara. Ahmaklığın en net karikatürize edilmiş tablosu; küfrün tiyatroluk fotoğrafı.
Abdullah ibni mes'ud, radıyallahü anh, birden efendisini görüyor. Evet O geliyor;büyük kurtarıcı ahenkli adımlarla yaklaşıyorlar.Tehlike,tuzak,ihanet onları durduramıyor.O, mübarek elleri ile dalalet perdesini aşağı çekip şu zavallı mahlukları, küçüklükten insanlık seviyesine yüceltmek;yani müslüman olmalarını gerçekleştirmek için büyük davetini bir kere daha tekrarlayacak.Ne derlerse desinler,tavırlar, kabulleri,öfkeleri hangi çap ve hangi buudda olursa olsun davet tekrarlanacaktır...
Efendimiz,başlarında, adamlar,ürkek,şaşkın ve küstah. Emir, en çarpıcı kelimelerden kurulu bir davet cümlesi:
-Ey Kureyşliler "La ilahe illallah" deyiniz!...
Küfrün beyninin tam ortasına indirilen bir balyoz. Yani: Yanılıyorsunuz, Halık'ınız olan ilah, Velid'in bu tahta parçası değil; ezeli ve ebedi olan Allah'dır. Mesajın anlamı bu. Söz, müşriklerin arasına bir dinamit gibi rüşmüştür. Gururları yaralandı ve nefsleri kabardı.. Velid başı çekiyor. Ebu Cehil'e dönerek:
-Ne dersin şunu bir güzel mahçup edeyim mi?
-İstediğini yapmakta serbestsin!
Velid, bir tırmarhanelik tip gibi putunu boynuna asarak Resuller sultanı'nın karşısına dikildi. Mağrur ve edepsiz:
-Sen bize her zaman ne diyordun? "Allah, insana şah damarından daha yakındır" değl mi? Bak işte benim tanrım bana ne kadar yakın. Herkes onu görmekte, Peki senin Rabbin hani? Haydi sen de onu göstersene!
Sevgili Peygamberimiz, bu sersem mantıklı çok bilmişe karşılık vermeyi lüzumsuz gördüler. Velid, bir cevap alamayınca savaştan gelen mağrur bir kahraman edasıyla yoldaşlarının arasına döndü. Putu tekrar karşılarına dikerek, ayini sürdürdüler... bu defa dilekleri kan kokuyordu:
-Ey tanrımız! Şu Muhammed'in ettiği yetti artık. bak sana bile sataşıyor. Herhaled onu öldürmekten başka çare kalmadı. Bu dileğimiz için bize yardımcı ol...
Peygamberimizi, Velid'in kuru ağaç parçasına ispiyonlayan putperestlerin sözleri bitince bir kafir cinni, nice zamandır beklediği fısatı bulur bulmaz hemen bunu kullandı. Putun içinden "izin veriyorum. Katledebilirsiniz. Ben de yardımcı olurum" diye sesler işitilmeye başlandı. Kafirler, şaşkın ve sevinçli. Şaşkınlar, çünkü tanrılarından daha evvel bir şey duymuş değiller. Sevinmelerinin sebebiyse yakarışlarının güya kabul görmüş olması. Hace-i Kainat ve mübarek hizmetçileri de putun dediklerini duydular. Efendimiz, Abdullah ibni Mes'ud'u da alarak üzüntülü bir halde geri döndüler. Abdullah ibni Mes'ud, radıyallahü anh, ancak eve vardıklarında sormaya cesaret edebildi:
-Ya Resulullah puttan gelen sesleri siz de işittiniz mi?
Aziz Peygamber, sallallahü aleyhi ve sellem, meyus bir halde iken daha evvel böyle bir sualle incitmek istememişdi.
-Evet; O, putların içine girerek halkı Peygamberlerin katline teşvik eden bir cinnidir. Ama daha evvel hangi cinni bunu yaptıysa sonunda helak olmaktan kurtulamadı.
.........
Aradan epeyce zaman geçmişti. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, Abdullah ibni Mes'ud'la birlikte oturuyorlar. Aniden bir selam işittiler. Peygamberimiz selamı aldı ama hizmetçileri kimseyi göremiyor. Oratılakta olan biri yok. Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'ın şaşkınlığı devam ederken insanların ve cinnilerin Peygamberi, sallallahü aleyhi ve sellem, meçhul sese sordular:
-Gök ehlinden misin, yer ehlinden misin?
-Cinniyim.
-Niçin geldin?
-Musır isminde bir kafir cinninin bir putun içine girerek müşriklerin zatı alinize ziyan vermesi için onları teşvik ve tahrik ettiğini ve sizin de bundan üzüldüğünüzü işittim. Haberi aldığımdan beri bu dinsizi arıyordum. Nihayet O'nu yine Safa Tepesi'nde yakaladım; ve bir kılıç darbesi ile canını cehenneme yolladım... Yarın aynı tepeye gelerek müşrikler, putlarına tapınırken onları hak dine çağırmanızı istirham ediyorum. Siz, onları Allah yolunda davet ederken ben de Velid'in putuna girer ve sözlerinizi tasdik ederek sizi ve islam dinini överim. Böylece dostlarınız sürurlanır; düşmanlarınız üzüntüden kahrolur...
-İsmin ne senin?
-Semhec.
-Sana aha güzel bir isim vermemi ister misin?
-Hangi ismi ya Resulallah?
Sevgili Peygamberimiz:
-İsmin "Abdullah" olsun, buyurdular:
Cinni, kendisine bir peygamberin hele son ve en büyük Resul'ün bizzat ad vermiş olmasına o kadar çok sevindiki.
Peygamberimiz ve İbni Mes'ud, radıyallahü anh, ertesi sabah Safa'ya gittiler. Puta tapıcılar orada ve putlarına kulluk etmekle meşguller... Allah'ın Resulü onları tekrar tevhide ve islam dinine çağırıyor. Efendimizin sözleri üzerine kafirler, inat ve nisbet olsun diye putlara secde ederek yalvarmaya başladılar:
-Ey tanrımız bize Muhammed'i ve O'nun dininin kötülüğünü anlat; O'nu mahcup et!
Puttan sesler gelmeye başladı. Ses, efendimizi öven bir kaside okuyor. Şiir bitti. Bu defa islamiyeti düzgün bir arapça ile methetmeye başladı. Abdullah, vazifesini çok güzel yapıyordu.
Güruh, önce şaşırdı sonrra gazaba geldiler. Bu nasıl tanrı ki Muhammed'i yüceltiyor. O'nu şiirler ve güzel sözlerle kendilerine övüyor?
-İşte bu da Muhammed'in ayrı bir sihri!
...der demez tanrılarını paramparça ettiler. Söz dinlemeyen yaramaz bir tanrının sonu işte böyle olurdu. Zavallı ağaç parçasını iyice kırdıktan sonra kainatın Seyyidine saldırdılar; bazısı tartaklıyor, bazısı taş atıyor; mübarek saçları darmadağınık oldu. Adamlar kudurmuş. Ağızları köpük içinde. Biri de düşünemiyor ki "Biz Muhammed'in sahri" diyoruz ama bu nasıl ilah ki sihrin tesirinde kalarak ne diyeceğini şaşırıyor?
İnsanlığın en metin ve en sabırlısı, şu bir çift sözden gayri hiç bir şey demediler:
-Ey kureyşliler siz bana vuruyorsunuz ama; ben sizin peygamberinizim!
Bunak yaşta bir putperest, ucu sivri demirli bir değneği sevgili Peygamberimiz'in mübarek karnına saplamak üzereydi ki ihtiyarın "kütt" diye eli kırıldı... Sürü, şaşkın halde donup kaldı. Peygamberimiz ve hizmetçisi aralarından geçip gittiler.
......
Hamza!!.
Namlı bir insan. Herkesin sayıp çekindiği birri. Güçlü-kuvvetli pehlivan yapılı bir bahadır. iyi ok çekip mükemmel kılıç kullanıyor. Ava düşkün. Vaktinin çoğunu da avlanarak geçiriyor. Puta tapıcıların, Resulullahı hırpaladığı gün O, yine çölde ceylan peşindeydi. Sürmeli gözlü bir ceylanın oradan oraya sekerek kaçışları kendisini haylice yormuştu ama av ihtirası hayvanı kovalamaktan caymasına mani oluyordu. Bir yere geldiler ki ceylan artık kaçamaz oldu. Hayvancık nefes nefese olduğu yerde durdu ve Yüce Allah'ın izni ile dile geldi:
-Ey Hamza; sen benimle uğraşıyorsun ama üzerime çevirdiğin o oku şu anda yeğenini öldürmek isteyenlere çeksen herhalde daha hayırlı bir iş yaparsın!
...dedi. Hamza'nın şaşkın bakışlarına ve iki yanına salınan ellerine aldırmadan bir sıçrayışta kaçıp canını kurtardı...
Avcı ise başına gelenden ürkmüş halde karışık bir kafa ile evine döndü. Aç olduğunu; yemek çıkarmalarını söyledi. Hanımı O'na yemeğini hazırlarken aniden gözlerinden yaşlar boşandı. Hamza, hayret dolu bakışlarla soruyor:
-Hayırdır; niçin ağlıyorsun?
-Hiç sorma!.. Muhammed'i çok fena dövdüler. Yüzü gözü kan içinde, insan insana böyle muamele eder mi?
Hamza'nın tüyleri diken diken oldu. Az sonra kopacak bir fırtına gibi.
-Ebu Talib neredeydi?
-Hayvanları kırlara götürmüştü.
-Ya Ebu Lehep!
-O mu? Ah o, ah o! "Öldürün şu yalancı sihirbazı" diyerek saldırganları kırıştırıyordu. Düşmandan beter bir amca?
-Peki Abbas'a n'oldu?
-Ellerinden kurtarmak için haylı uğraştı ama...
Hamza, yemeği bir kenara iterek öfkesinden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve:
-O'nun intikamını almadıktan sonra yiyip içmek bana haram olsun!
Diyerek acele zırhını giydi, kılıcını kuşandı, atına atladı ve yayı elinde olduğu halde bir yel gibi Safa Tepe'sini buldu. Ucuz kahramanlar henüz dağılmamışlardı. Hamza'nın gelişi dikkatlerini çekti. Bir anda yüzleri donuklaştı. Bütün bakışları ile O'nu izliyorlar:
-Eğer, dediler, önce gelip bizi selamlar sonra tavafa giderse korkacak bir şey yok.Ama ilkin tavafa yönelirse bu öç almak için geldiğini simgeler...
Hamza, yanlarından hışımla geçerek tavafını yaptı ve az sonra çakmak gözler ve dağ gibi bir heybetle önlerine dikildi.
-İnsafsızlar sizi! Vallahi o sırada burada olsaydım hepinizi gebertirdim!!! Muhammed'i kim dövdü?
Şeytan zekalı Ebu Cehil, hemen lafın önüne geçti:
-Ben!
Hamza derhal atını O'na doğru sürerek elindeki yayı baş kafirin kafasına indirirken bir taraftan da:
-Böyle müstesna bir insana yaptıklarınızdan hiç mi utanmıyorsunuz? Sizi alçak reziller sizi. Eğer O'nun dedikleri suçsa işte ben de Müslümanım ve buradayım! Var mı bir diyeceğiniz?..
Kimse bir şey diyemiyordu. Çünkü O'ndan ciddi şekilde korkarlardı... Ebu Cehil'in kafası birkaç yerden yarılmış kanıyordu.
Ses-soluk çıkmayınca Hamza, tekrar atını mahzumladı. Cins arap atı, az sonra görünmez oldu. Hamza, geldiğinde Alemlerin efendisi bir kenarda yüzünü Kabe'ye dönmüş olarak düşünceli bir halde oturuyordu.
-Esselamü aleyke sevgili yeğenim!
Peygamberimiz, selamı aldıktan sonra hüzünle konuştular:
-Bu şahıs terket ki kimsesizdir. Ne pederi, ne amcası, ne kardeşi, ne arkadaşı, ne de bir destekçisi var.
Mukaddes insan, böylece amcasına sitem ediyordu. Önce yakın akrabasın'n müslüman olması lazım gelmez miydi?
Hamza teselli etmek için:
-Üzülme! Sana zulmeden Ebu Cehil'in başını bir kaç yerinden yardım, düşmanlarını sindirdim. intikamın alınmıştır.
-Beni Hak Peygamber olarak gönderen Allah için söylüyorum ki kılıcınla bütün müşrikleri katletsen; vücudun da baştan aşağı kana bulanmış olsa kelime-i şahadet getirmedikçe bu yaptıkların Allah indinde hiç makbul olmaz.
Hamza, duyduklarından irkilmiş olarak ve biraz da müdafaa kabilinden:
-Müsterih ol. Artık sana ilişemezler.
-Amca! Sen iman etmedikçe ben müsterih olamam. İman etmen yeğenin için alacağın önceden daha üstündür.
Hamza onun yanına otururken lafı değiştirdi:
-Kureyş arasında bir söz dolaşıyor. Gökten sana bir kelam inmiş ki hayli çekiciymiş. kimden öğrendin onları?
-Hiç kimseden. Onlar Rabbim'in sözleri...
-Biraz okusan...
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Ha-Mim suresinin başından bir kaç ayet okudular...
-Efendimiz sustuklarında Hamza:
-Buradan anlaşılıyor ki, senin Rabbin "La ilahe illallah" diyenleri affediyor; doğru anlamış mıyım?
-Evet.
-Galiba bunu söyleyenlerin pişmanlıklarını da kabul ediyor?
-Doğru.
-"La ilahe illallah" demiyenlerse büyük azaplarla korkutuluyor...
Evet.
-Bir miktar da diğer ayetlerden okur musun?
Peygamberimiz, biraz da Taha Suresi'nden okumaya başladılar. "Yerde-gökte ve bu ikisi arasında olanlar ve yerin altındakiler, hepsi O'nundur" ayetine gelince amcası Resulullah'ın okumasını kesti:
-Bizim Mekke'de binbeşyüz putumuz var. Bunların üçyüzaltmışı Kabe'de, diğerleri etrafta bulunuyor. Onların, tek karış toprağa bile hükmü geçmez... Sen ne diyorsun: "Yerde ve Gökte olanlar benim Rabbimindir"
-Ta kendisi.
-Bu gece bir düşüneyim yarın gelip iman ederim. Şimdilik hoşça kal...
Amcasının Müslüman olma vaadi Server-i alemi sevindirdi. Çünkü onun Müslüman olması müminleri çok kuvvetlendirecekti...
..........
Hamza'nın oradan ayrılmasından hemen sonra, Sevgili Peygamberimiz'e dört melek geldi. Habibine yapılan kötü muamele Yüce Allah'ı incitmişti. melekler, selam vererek kendilerini ve ziyaret sebeplerini arz ettiler.
-Ben, dede birincisi, denizler meleğiyim. Emret bunları da Nuh ümmeti gibi sulara gömeyim!...
Peygamberimiz:
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, dediler...
İkinci melek söz aldı:
-Ben rüzgar ve fırtına meleğiyim. İzin ver; Ad milleti gibi Mekke'yi de içindekilerle beraber havaya savurup yele vereyim...
Peygamberimiz aynı sözü tekrarladılar:
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.
Üçüncüsü:
-Ya Resulallah! Ben Güneş meleğiyim. Sen buyur ben, güneşi onların tepesine yaklaştırayım; cümlesini kavurup kömür etsin.
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.
Sonuncu melek:
-Ben Dağların meleğiyim. Şayet sen istersen Ebu Kubeys dağını yerinden alıp mekke'nin üzerine bırakayım; ne şehir kalsın ne içindekiler...
Mübarek dudaklarda hep değişmez karşılık:
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. ve devam buyurdular:
-Ey melekler! Siz benim ricamı kırmazsınız değil mi?
-Elbette ya Resulallah!
-Gelin öyleyse ben dua edeyim siz de "amin" deyin.
Ve mübarek ellerini semaya açarak yalvarmaya başladılar.
-Ya Rabbi! Üzerimden azabı kaldır. Milletimize iyilikler ver. Onları doğru yola getir. Milletim Peygamberliğimi bilmiyor. Sen onlara hidayet ver; azap eyleme.
Melekler hayret içindeler:
-Amin, amin, amin, amin. Allahü teala, sana güzel karşılıklar versin. Evvelki Nebiler güç durumda kaldığı vakit yardımlarına koştuğumuzda; onlar beddua eder ve kavimleri helak olurdu. Sense şu kadar kötülüklerine rağmen bunların iyilik ve kurtuluşları için dua ediyorsun?
Diyerek Hatemül Enbiyadaki üstün ve güzel ahlaka hayret ve hayranlıklarını gizleyemediler.
-Hak teala hazretleri, beni alemlere rahmet olarak gönderdi. Ben, azap sebebi değil, ebedi saadet vesilesiyim, buyurdular.
Melekler sevinerekk ayrıldı...
.........
Sevgili Peygamberimizin nnur kaynağı kalbleri o gece hep amcası Hamza'nın Müslüman olması için dua ile meşgul oldu.
Peygamber duası, kalbden kalbe aksediyordu. Hamza, Efendimize duyduğu sevgi ve O'nu korumak için gösterdiği gayret yüzünden, eşikten atlamak üzereydi ve son tereddütlerden de kurtulması için kendisine rahmet yağmurları gibi dua yağıyordu. Üzerine çisil çisil dökülen bu dualar sebebi ile Hamza, kalbini dolduran aşk ve iştiyakdan dolayı o gece tam kırk kere Resul-i Ekrem'in kapısına geldi... geri döndü... gitti geri geldi. med-cezir halindeki engin bir deniz gibiydi. Resulullah ay O, deniz gibiydi.
...uykusuz geçen bir geceen sonra nahayet son gelişinde yeğeninin kapısını çaldı. Artık sabah olmuştu. Büyük Peygamber O'nu içeri alıp münasip şekilde ağırladıktan sonra söze girdiler:
-Hatırlayacağın gibi aramızda bir ahd vaki oldu. İman edecektin. Vaadine vefa göstermeni bekliyorum...
-Doğru. Ancak biraz daha Kur'an okusan!
Peygamberler peygamberi Rahman suresinin başından bir mikdar okumuşlardı ki amcası durdurdu.
-Yeter! En ufak şüphe ve tereddüdüm kalmadı. La ilahe illallah Muhammedün Resulullah!...
Evet, beyaz köpüklü o dalgalı denizin gel-gitleri bitti; Hamza müslüman oldu ve Hazret-i Hamza oldu. Mü'minlere müjdeler olsun. Hazret-i Hamza, radıyallahü anh, otuzdokuzuncu müslüman. Bu demektir ki kırka bir şey kalmadı. Kırkı bulunca da rakamları makara ipliği gibi çözülecek.
Bu büyük insanın islam saflarına iltihakı, küfrün cesaretini kırdı. O'ndan duyulan korku yüzünden müşrikler şimdi eskisi kadar saldıramıyor.
Yarınlar, iman ehline tebessüme hazırlanmakta.
40...veya meydanlar selama dursun!
BENİ BİLEN BİLİR.
BİLMİYEN BİLSİN Kİ
ÖMER İBNİ'L HATTABIM !
Hazret-i Ömer radıyallahü anh
Kureyş, Hazret-i Hamza radıyallahü anh'ın müslüman olma şokunu henüz atlatmış değil. Ama asıl şok; daha doğrusu büyük darbe geride. Ummadıkları biri müslüman olmak üzere. Bu beklemedikleri şahsın müslüman olması ile küfrün dünyası başına yıkılacak.
...........
Ömer, Kureyş'in şöhretli isimlerinden.
İri yarı, heybetli görünüşü, kızıl gür saçlı, sık sakallı bir insan.
Tehlikeleri hiçe sayan bir tabiatı var. Ticaretle uğraşıyor...
O'nu Kabe yolunda görüyoruz. Niyeti Peygamberimizi uyarmak. "Vazgeç bu ettiklerinden diyecek. Dinimize, yolumuza ilişme. Eğer insanları kendine çekmeye devam edersen bunun hesabını verirsin!" ihtarını yapacak. Aksi halde şu cemiyet çözülecek, gemi su alacak, asırlık çınar kurumaya yüz tutacak, töre bozulacak.
Hayır! Ömer, yanılıyor. Kız çocuğunu diri diri toprağa gömerken nasıl hata ediyorsa öyle yanılıyor. Asırlık çınar yani Kureyş, yani bütün arap milleti, yani bütün yeryüzü kurumuşken; görünüşteki aldatıcı canlılığa rağmen ölmüşken; O'nun sallallahü aleyhi ve sellem, getirdiği ebedi nizamla dirilecek.
Bir dağ gibi yolları doldura doldura yürüyen Hattaboğlu'nun Kabe'ye vardığı esnada Resul-i Ekrem, oradaydı ve Elhakka Suresi'ni okuyordu. "Okuması bitsin, dikkatini çekerim" diye niyetlendi ve bir kenara saklanarak dinlemeye başladı. Fakat dinledirçe kendine birşeyler oluyordu; Kur'an-ı Kerim'e karşı hayranlık duyguları kabardı. Bunun üzerine şöyle düşündü; "Evet; galiba doğru, O, Kureyşin söylediği gibi şair"
Niçin şair?
Çünkü, Ömer İbni'l Hattab'ın o anki mantığına göre; "Bu kadar güzel cümleleri ancak bir şair kurabilir. Şu sözlerde ne kadar güzellik ve çekicilik var. Bu denli güzel kelimeler yalnızca bir şairin dudaklarından dökülebilir." O, saklandığı köşede, içinden bu muhakemeyi yaparken Sevgili Peygamberimiz, surenin kırk ve kırkbirinci ayetlerine gelmişlerdi:
"-Muhakkak ki, O Kur'an, Allah katında çok şerefli bir Resulün (Cebrail'in) sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Siz ne az inanır kemselersiniz!"
Ömer, hayretler içinde kaldı. "Tamam" dedi kendi kendine. "Zihnimden geçenleri anladığına göre aynı zamanda bir kahin." Ama bu yorum da cevabını aldı. Efendimiz, okumaya devam ediyorlar:
-"O, bir kahin kelamı değildir. O Kur'an, Alemlerin Rabbinden inzal olmuştur. Eğer, Peygamber, indirmediğimiz bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve hayatına son verirdik! Hiç biriniz de onu muhafaza edemezdiniz. Doğrusu Kur'an, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir nasihattır. İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu elbette bilmekteyiz. Kur'an münkirler için bir iç yarasıdır. O, hiç şüphesiz tam bilginin kesin gerçeğidir. Öyle ise, O büyük, O Yüce Rabbinin ismini an!"
Ömer; o heybetli adam, işittikleriyle alt-üst olmuş ve kalbinin şuracığı yumuşayıvermişti. O kadar hislendi ki gözlerininyaşlanmasına mani olamadı. Ama çevere yok mu, çevre? Kötüler!... Kötüler, dört yanı kuşatmışken Allah'ın izni olmadan onları aşarak zulmet bölgesini geçip ışığa varmak ne mümkün!... Nitekim Hattaboğlu'da hakikate bu kadar yaklaşmışken; imanla arasında handiyse bir tül perdelik mesafe kalmışken küfür yine arayı derinleştirdi, ortalık yine zifiri karanlığa boğuldu....
.........
İslamın zuhurunun altıncı yılı.
Hazret-i Hamza radıyallahü anh, Müslüman olalı üçgün olmuş, Bütün Mekke çalkalanıyor. Hamza radıyallahü anh'ın islama geçişi şirk dünyasını kara yaslara boğmuştur. Eğer mani olunmazsa gidişat iyi değil....
İşte Kureyş büyükleri, aralarında toplanmış çareler arıyor. Her zamanki gibi Ebu Cehil, yine başrolde.Bu mel'un adama göre hedef; Peygamberi katletmek! Bunun dışında tutulacak her yol hüsrandır.
-O- tanrılarımızı yeriyor. Bizleri tahrik ediyor ve ecdadımızın cehennemde olduğunu iddia ediyor. Kim Muhammed'i öldürürse kendisine yüz tane kızıl tüylü deve, çilçil altınlar, gümüşler, elbiselik kumaşlar, bol miktarda misk vereceğim. O'nu öldürecek kimse abad olacak; servete boğacağım o bahadırı.
Herkes, birbirinin yüzüne bakıyordu. Ebul Kasım' öldürmek! O'nu öldürmek fevkalade riskli bir teklifti. O'nun ölümü ile Kureyş, ikiye bölünecek ve kan davaları memleketi bir veba salgını gibi kasap kavuracaktı. Herkes, çeşitli düşünceler içindeyken ömer, ayağa kalktı. Tahrik ve vaadin parlaklığı kalbinde İslam güneşine açılmaya başlayan pencereciği yeniden kapatmış ve onu tekrar eski haşin haline iade etmişti:
-Bu işin üstesinden ancak Ömer İbni'l Hattab gelebilir!...
Kalabalık, bir an ateş yalımına tutulmuş gibi irkildi ama kendini çabuk toparlayarak:
-Doğru diyorsun Hattaboğlu, dediler, bunu ancak sen başabilirsin. Bizi bu musibetten olsa olsa sen kurtarabilirsin.
Onlar beşuş çehrelerle Ömer'i alkışlarken O, sesini bir iki perde daha yükselterek konuşmasını sürdürdü:
-Ben bu meseleyi halledeceğim ama; ya sen sözünde durmazsan Ebu Cehil?
Zalim kurt, eline geçen böyle bulunmaz bir fırsatı kaçırır mı?
-Sorduğun şeye bak! Haydi Kabe'ye gidelim. Hubel'in huzurunda and içecek; vaadimi bir kere daha tekrarlayacağım ki şüphelerin kaybolsun.
...gittiler; Ebu Cehil, dediklerini yaptı. Bunun üzerine Ömer, kılıcını kuşandı ve "Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki bu işi bitirmeden gelmeyeceğim" dedi.
Öfkelerle bu noktaya varırken Cenab-ı Hak, Ömer İbni'l Hattab'ı Sıddıklar defterine yazacağına yemin ediyordu.
Yüce Allah, buyurdu ki:
-Sen, sevgilimi öldürmek için kılıç kuşandın; lakin ben O'nun aşkını senin boynuna geçirdim. İzzet ve celalim hakkı için nice şehirler senin elinle İslama gelecek ve düşman ülkeleri senin korkunla titreyecekti.
.............
Hattaboğlu, yola koyuldu; Sevgili Peygamberimizi arıyor.
Kenar yollardan Hacire'de Nuaym bin Abdullah'la karşılaştı.
Abdullah da yeni dinin mensuplarından. Ömer, bundan habersiz tabii. Ömer'in böyle pusatlanmış olarak hışımla yürüyüşü O'nu şüphelendirdi ve bir mümin uyanıklığı ile durumun endişe verici olduğunu sezmekte gecikmedi:
-Uğurlar olsun ya Ömer. Nedir bu telaş? Mühimce bir işin olmalı!
-Arap milletinin arasına tefrika sokan, tanrılarımızı beğenmiyen, bizleri hor gören Muhammed'i öldürmeğe gidiyorum.
Nuaym, haberin korkunçluğundan şöyle bir sendelediyse de hemen toparlandı:
-Zor birişe kalkışmışsın. Tut ki muvaffak oldun. O zaman Abdülmuttalib oğulları seni sağ bırakır mı?
Söz Ömer'in hoşuna gitmemişti.
-Yaa demek öyle! Anlaşılıyor ki sen de Muhammedisin. Bari önce senin kelleni uçurayım, dedi ve sağ eli, öfkeyle kılıcının kabzasını aradı.
Nuaym:
-Ben babalarımın dinindeyim. Lakin işte sana garip birr haber:
-Kardeşin Fatıma ile kocası Said de Müslüman. Bundan hamberin var mı? Önce onları yola getir sonra başkasına karış.
Ömer ummadığı birşeyi iştimişti. Şaşırdı, sarardı ve çareyi inkarda buldu.
-Hayır! Yalan! Yalan diyorsun. Onlar Müslüman değil.
-Ben yalan söylemiyorum. Uzakta değiller ki git sor.
Mübarek sahabi Peygamberimizi bir tehlikeden uzaklaştırmak için bu oyalayıcı haberi bir olta olarak kullanmıştı.
..........
Said bin Zeyd'in evi..
Eve yaklaştıkça bir erkeğin okuduğu Kur'an-ı kerim işitiliyor....
Said ve hanımı ilk mü'minlerden. Yolaçıcı bayrak insanlar. Habbab bin Eret radıyallahü anh'ı evlerine davet etmiş ondan Kur'an-ı kerim öğreniyorlar. Evin dışına sızan, Hazret-i Habbab'ın okuması.
......
Ömer, bir kaç saniye hiddetle karşısındakinin yüzüne baktıktan sonra geri dönüp seri adımlarla uzaklaştı. "Kızkardeşinle enişten de müslüman" sözü ona her şeyi unutturmuş ve önce bu aile için ihaneti cezalandırmaya karar vermişti. Said'in evine yaklaşırken o derinden derine işitilen Kur'an sesi ömer'i buluyordu... "..demek doğru" dedi içinden ve kapıyı kırrcasına yumruklamaya başladı... Evdekiler kılıç kuşanmış haldeki öfkeli Ömer'i görmüşlerdi. Şimşek hızı ile Habbab'ı kilere, Kur'an yazılı sayfayı da gizli bir yere sakladıktan sonra kapıyı açtılar. Mümkün mertebe tabii görünmeğe ve renk vermemeye çalışıyorlardı.
-Ne okuyordunuz?
Adımını eşikten içeri atan Ömer'in ilk sorduğu bu olmuştu. İşte müşkül an... ne deseler Ya Rabbi; ne söyleseler? İki ayağı üzerinde yere çakılmış gibi dimdik duran Ömer, patlamaya hazır bir yanardağ gibi. Yakıcı nazarlarla cevap bekliyor.
-Hayır dedi eniştesi, sana öyle gelmiş. Ne okuyabiliriz ki. Sadece konuşuyorduk. Belki sesimiz yüksek çıkmıştır.
Laf, Said'in ağzında yarım kaldı. Ömer, eniştesini yakasından kavradı kendine çekti ve; sonra da şiddetle yere çaldı. Hanımı Fatıma, said'i yerden kaldırmaya fırlamıştı ki yüzünden amansız bir tokat patladı. Tokat, narin islam hanımına balyoz gibi ağır gelmişti... gözlerinde şimşekler uçuştu, yıldızlar yanıp söndü.
Kan!...
Pembe bir kan, mübarek kadının dudak kenarından sızmaya başladı... İşte müthiş an. Tokat kime vurulmuştu? Zahirde bir mümineye; ama aslında zulmet duvarı tokatlanmıştı...
Ne de olsa ciğer...
Kardeşini kanlara bulanmış gören Ömer'in kalbine nur huzmeleri sızıyor...
İlk pişmanlık kıpırtıları... Baskına gelen, beldi de eniştesi ile kızkardeşini dayaktan kırıp geçirme niyetiyle içeri giren Ömer, aniden durgunlaştı...
-Niçin? Niçin ey Ömer? Allah'dan utanmıyor; ayet ve mucizelerle gönderdiği Peygamberine iman etmiyorsun? Niçin? Evet saklamıyoruz. Ben ve kocam islamla şereflendik. Başımızı şu belindeki kılıçla kessen bile bizi bu dinden döndüremezsin, anladın mı?
Fatıma, Ömer'in kritik anını çok güzel yakalamıştı. O dağ gibi heybetli, O gölgesinden kaçılan adam, hem de bir kadının, hem de küçüğü olan kız kardeşinin her kelimesi Ömer tokatı kadar acı sözleriyle hurma ağacı gibi silkeleniyordu.
Bir kenara ilişti. Kabaran pişmanlık duygusu içini kemiriyordu.
-Şu demin okuduğunuzu görebilir miyim?
Fatıma, Taha suresinin yazılı olduğu sayfayı getirdi... Ömer, okudukça kendini kaptırıyor; Kur'an-ı Kerim'in güzelliği O'nu içten içe etkiliyordu...
-"Göklerde, yeryüzünde, bunların arasında, toprağın altında olan her şey yüce Allah'ındır!" Anlamındaki ayete gelince hayretini gizliyemedi.
-Fatıma! Bu kadar mahluk hep sizin ilahın mı?
-Elbette. Şüphen mi var?
-Halbuki bizim binbeşyüz tanrımz olduğu halde halde hiç birinin tek karış yeri yok, diye mırıldandı. Ve ayeti okumaya devam etti:
-"Sen sözü ister açığa vur, işter gizle dur, birdir. Çünkü O Allah gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir. Ondan gayri tapacak ilah yokttur. En güzel isimler O'nundur.
Taha suresinden sonra Hadid Suresi'nden bir miktar okudu:
-"Göklerde ve yerdekiler Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. O, kudretiyle her şeye üstün gelen bir aziz, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan bir Hakimdir. Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu O'nundur. Dirilten, öldüren, her şeye gücü yeten O'dur. Evvel O'dur, ahir O'dur, zahir O'dur, batın O'dur, O, her şeyi bilendir. Gökleri ve yeri altı devirde yaratan, sonra arş'ı hükmü altına alan O'dur. O, yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni, göğe yükseleni bilendir. nerede olursanız olun O sizinledir. Allah, bütün yaptıklarınızı görendir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Bütün işler ancak, Allah'a döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceyi katar, O gönüllerdekini de bilendir. Allah'a ve Peygamberine iman edin. Size varis ettiği şeylerden Allah yolunda sarf edin. içinizden, iman edip de mallarını Allah yolunda sarf edenlere büyük büyük mükafaat vardır. Peygamber, Rabbınıza iman etmeniz için hepinizi davet edip dururken size ne ouyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz. Halbuki O, sizden iman edeceğiniz hususunda kesin söz de almıştır."
Ayetler üzerinde tefekkür eden Ömer:
-Bunlar ne güzel sözler. Daha şereflisi daha güzeli olamaz! der demez saklı bulunduğu yerden heyecanla ortaya çıkan Habbab bin Eret:
-Müjde ya Ömer! Resulullah'ın ettiği dua inşallah senin hakkında kabul olur:
-Resulullah, dün gece "Allahım! İslamiyeti Ebül Hakem bin Hişamla veya Ömer bin Hattabla kuvvetlendir" diye yalvardı... Allah Allah, şu işe bak ya Ömer, dedi... Habbab'ın sevinçten yüzünde güller açıyrdu.
Etrafını saran Said, Fatıma, Habbab hep O anı; kelime-i şahadeti söyle söyleyeceği zamanı bekliyorlardı. Ümidle doluydular. Ümidin havaya hakim olduğu nadir anlardan biriydi... ağzının içine bakıyorlardı adeta. Vakit gelmişti; bunu seziyorlardı... Ömer sordu:
-Peygamberi nerede bulabilirim?
...deminki katı adam gitmişti. Temiz bir yüz, cana yakın bir insan konuşuyordu... Buna rağmen Fatıma yine de ihtiyatlı. Kadınlara mmahsus aşırı duyarlıkla tedbiri elden bırakmıyor.
-O'na zarar vermiyeceğine bizi temin edersen yerini söyleriz.
-Yemin ederek söz veriyorum.
-Erkam'ın evinde; bir kısım sahabi ile birlikte.
-Habbab! Beni O'na götür müslüman olacağım!...
Bu ne hoş cümle böyle. Bu cümleyi duyan üç müslümanda engin ve anlatılmaz sevinçler.
Bu saadeti tatdıran Allah'a hamd olsun.
Hazret-i Ömer'le Hazret-i Habbab, Darül Erkam'ın yolunu tutmuşken bu ufacık İslam yurdunda bulunan mü'minler de "Kelime-i şahadeti bir kerecik olsun topluca ve yüksek sesle küffara karşı haykırmadık. Yoksa bu bize nasıp olmayacak mı?" diye dertleniyorlardı.
-Ya Resulullah! İzin ver dışarı çakıp Allah'ın ismini şu süfli cemiyete avaz avaz haykıralım! Bu hasret içimizde kalmasın.
-Ey gönlü kırık müminler. Gam çekmeyin. Kalbinizi kavi tutun. O Allah ki İbrahim aleyhisselamı Nemrud'un ateşinden koruyup orayı bir gül bahçesi yaptı, Musa aleyhisselamı büyücülere galip getirdi, İsmail aleyhisselamın boynunu bıçağa kestirmedi. Biz fukarayı da elbette düşman şerrinden saklayacaktır. Diyerek arkadaşlarına cesaret verdi.
Kalblerde ümid menekşeleri tomurcuklanırken ellerini semaya açarak sözlerine devam buyurdu:
-Ya ilahi, bu otuzdokuz garip sana iman etmiş ve can ve gönülden kul olmuşlardır. Bunların gözyaşı ve gönül ateşleri hatırına bize acı, kafirlerden koru ve şan ve şeref sahibi biri ile bu dine kuvvet ve bu biçare müslümanlarra zafer nasip eyle.
Hemen o dakika Cebrail aleyhisselam geldi ve:
-Ey Allahın Resulü! Milletinin büyüklerinden birinin Müslüman olmasını arzulamışsın. Hak Celle ve ala, duanı kabul ederek Ömer'i senin hizmetine verdi ve bu din-i İslamı O'nunla güçlenddirdi. Dün gece bin melek "Ya Rabbi Ömer İbni'l Hattabı şakiler defterinden silip saidler defterine al" diye yalvarmışlardı. O, şimdi buraya geliyor, kendisini istikbal etmeye hazırlan, dedi.
Cebrail'in cümlesi tamamlanmıştı ki kapı çalındı. Kapının aralığından bakan Bilal-i Habeşi radıyallahü anh, kül gibi bir benizle geri çekildi. Zira Ömer silahlı olarak kapıya dikilmişti. Ömer'in kapıya kadar sokulduğunu gören diğer eshab da korktu. Çünkü O, öyle kolay altedilecek bir rakip değildi... Hazret-i Hamza arkadaşlarını yüreklendirdi:
-Boşa telaşlanmayın; gelen nihayet bir kişi. İyi niyetle geldiyse hoş geldi. maksadı kötüyse kılıcımla kafasını koparırım, dedi ve dışarı çıkarak Ömer'in önüne dikildi.
-Ya Ömer! Biz Abdülmuttalip oğullarıyız. Demiri bile toz eder havayy püskürtürüz! Allah Resulü'nün kılına dokundurtmayız. Bunu iyi bil ve adımını ona göre at!
Konuşmaları içerden duyan Sevgili Peygabembirimiz, kapıya gelerek Hattaboğlu'nu iltifatlarla karşılayıp kucakladı.resul aleyhisselam, Ömer'i öyle sıktı ki sanki kemikleri birbirine geçti ve kılıcı yere düştü ve kendisi de efendimizin heybetinden yere kapaklandı; ve yerinden doğruldu; Peygamber şehadeti ile Müslüman oldu:
-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühu.
Sevgili Peygamberimiz, o kadar memnun oldu ki; saadetinden tekbir getirme özleminden kavrulanlar da tekbir getirdiler. muhteşem sada her tarafı çın çın çınlattı... Bu günleri gösteren Allah'a şükürler olsun.
Peygamberimiz mecburiyetten önüne bakan Hazret-i Ömer radıyallahü anh'ın mübarek başını öptüler... Darül Erkam, o sıcak yuva bayram yerine dönmüştü...
Bu kureyş ulusunun hidayete ermesi üzerine Cebrail aleyhisselam, Enfal suresinin altmışdördöncü ayet-i kerimesini getirdi. "Ey Peygamberim! Sana yardımcı olarak Allahü teala ve müminlerden izinde gidenler yetişir."
Hazret-i Ömer sordu:
-Kaç kişi olduk ya Resulallah?
-Seninle beraber kırk kişi...
-Ey Allah'ın Resulü; kafirler Lat ve Uzza'ya hiç bir şeyden çekinmeden tapınırken; biz, Hak teala'ya ibadetimiz niçin gizli yapalım?
...dışarı çıktılar... Hedef Kabe. Kabe'de herkesin; Mekke'nin, Arabistan'ın ve bütün cihanın gözü önünde saf saf namaza durulacak... Meydanlar selama dursun dünya yeni bir oluşa sahne oluyor.
İşte yürüyorlar. Peygamberimizin sağında büyük dava arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir, solunda büyük kahraman Hazret-i Hamza, önünde mü'min doğup mü'min büyüyen Hazret-i Ali, en önde yeni müslüman büyük sahabi Hazret-i Ömer ve bunları takip eden eshab-i kiram radıyallahü anhüm ecmain.
Sert ve heybetli bir yürüyüş...
Müşrikler, Kabe'nin yanında oturmuş laflıyorlar. Ömer İbni'l Hattab'ı yalın kılıç ve arkasında da müslümanları görünce bazıları sevindi:
-Gördünüz mü? dediler. Buna Hattaboğlu demişler. Gözünüz erkek görsün. Asileri nasıl toplamış getiriyor... güneş ışıkları nurlu bir eli öper gibi İslama nice büyük hizmetler yapacak olan kılıca narin bir öpücük kondurup geri uçuşuyor.
Şeytan zekalı Ebu Cehil'se durumu hemen kavradı. Öfke, ümitsizlik, hayal kırıklığı içinde başını iki tarafa sallayarak sıkılmış dişlerinin arasında hırladı:
-Maalesef hayır! Eğer dediğiniz gibi olsaydı Ömer arkada diğerleri önde olurdu. Galiba o da düşmana iltihak etmiş. Yazık! Kaybımız büyük.
Bu sırada mü'minler yaklaşmıştı. Ebu Cehil koştu:
-Bu gelişin manası nedir ya Ömer, pek anlayamadık?...
Hazret-i Ömer, unutulmaz ihtarını yaptı. Allah düşmanlarının yüreğine korku düşerken; mü'minlerin içine serin sular serpildi. Ses patlayan bir bora gibi; yiğit olan karşısında dursun;
-Mü'minlere ilişenin kellesini uçururum. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu!!! Beni bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki Ömer İbni'l Hattabım. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen şöyle gelsin!!!
O gün müslümanlar ilk defa Kabe'de cemaatle namaz kıldılar... mbu ne kutlu öğiedir böyle?
Namazdan sonra Hazret-i Ömer, Sevgili Peygambermize Kabe'nin içini gezdirdi. Dört taraf putla dolu. Peygamberler Peygamberi, asası ile putları işaret ederek ebedi hakikati ifade eden mübarek ayeti okudular:
-Hak gelince batıl gider. Batıl elbette gidecektir...
üç çekin yıl
Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum.
Bir başkasının sözüyle bunu değiştiremem.
Büyük ve Kahraman Peygamber
Muhammed aleyhisselam
Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer'in hak yola girmeleri ile İslamiyet kuvvet buldu ve yayılma nisbeti arttı. Çığ büyüyor; sel çoğalıyordu. O deminki ışık, bir güneş gibi çölün ucundan yükselmeye başlamıştı. Kureyş kafirleri, İslamiyetin günden güne güçlenmesi karışısında hayli telaştalar... eğer bu yeni din, bu süratle taraftar bulursa istikbal kendileri için karanlıktır. "Bu nasıl din ki kureyş reislerine bir ayrıcalık da tanımıyor"...asıl bunu hazmedemiyorlar.... kureyş geleneğinde toplum aşiret ve kabilelere bölünmüş. Her aşiret ve kabilenin bir reisi var. Hükümet eden bu "Reis" veya "bey" diyeceğimiz kimseler. Kur'an-ı Kerim, bu düzeni kaldırıyor. üstelik ağa-bey-reis, avam herkes eşit. Reisler buna şaşırıyor. Hafsalarına sığmıyor böyle bir şey. Bu yeni ve insana yakışan hayat üslubunu içlerine sindiremiyorlar ama Muhammedi sistemin yayılmasını da durduramıyorlar... Onlara göre Ebu talib, desteğini çekse bu pürüz kısa zamanda kökünden kazınacaktır. Bundan ötürü Ebu Talib'in kapısındalar. Her mbiri tutuşmuş dal parçası gibi alev alev..
Ey Ebu Talib, bizde sabır ve tahammül bitti. Bu fitneyi mutlaka ve mutlaka bastıracağız. İşte sana iki teklif, dilediğini seçmekte serbestsin:
1- Ya Muhammedi bize teslim edersin layır olduğu cezayı veririz.
2- Veya mücadeleye hazır ol... sana yarın sabaha kadar müsade. Erkenden burada olacağız.
Ebu Talib, gidenlerin ardından bir müddet dalgın baktıktan sonrra içeri girdi... epeyi bir zaman düşündü. İş, hakitaten ciddiydi. Yeğenini rica etti. Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, geldiğinde O'nu bir güzel karşıladı; oturdular. Amcanın düşünceli olduğu hemen anlaşılıyordu. Dikkatli kelimelerle söze başladı:
-Evaladım! Mümkün mertebe şunlara ilişme. Sen ısrar ettikçe onların düşmanlık damarları kabarıyor. Mesela bildiğin gibi değil. benim reisliğim filan kar etmiyor artık, iş çığırından çıkmak üzere.
Zayıf çıra loşluğundan doğan gölgeler Ebu Talib'in üzgün yüzünde derinleşip kayboluyor. Efendimiz davet sebebini anlamıştı. Ama o Resulün taviz vermesi mümkün mü? İlahi emri tebliğe memurdur ve bu tebliği her türlü şarta rağmen devam edecektir.
Peygamberimiz, biraz da kırgın olarak cevap verdiler:
-Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum. Başkasının sözüyle bunu değiştiremem...
Ayağa kalkıp kapıya yönelmişti ki ihtiyar adamın kalbini yine pişmanlık duyguları sardı. Bu mümtaz insanı incitmiş olmaktan korkuyordu...
-Aldırma; vazifene bak, dedi, ben hayatta olduğum müddetçe sana kimse el süremiyecektir...
...........
Sabah olup da Ebu Talib'den müsbet bir cevap alamayan islam düşmanları, aralarında şu karara vardılar:
1- Müslümanlar, onları himaye eden Haşimoğulları ve Abdülmuttalib soyundan bundan böyle kız alınmayacak ve onlara kız verilmeyecektir.
2- Bunlara yiyecek, giyecek, kullanacak hiç bir mal satılmayacak, hiç bir şey satın alınmayacak ve hediye dahi verilmeyecektir.
3- Yukarıda sayılanlar düşmanımızdır. Bunların, Kureyş mahallelerinde bulunan akrabalarını ziyaret etmelerine müsaade edilmeyecektir.
4- Muhammedilerin yapacağı her türlü barış teklifi reddedilecektir.
Bisetin yedinci senesi ve Muharrem ayının birinci günüydü. Müşrikler, saydıkları şartları bağlayıcı bir ahdname haline getirerek kağıda geçirdiler. Toplandı sekreterliğini Mansur bin İkrime Amir yaptı... Kararı kırk aşiret reisi mühürleri ile tasdik ettikten sonra ahdname bir muhafaza sarıldı ve Kabe duvarına asılarak yürülüğe kondu... Bundan böyle kimsenin karar dışına çıkması mümkün değil.
Metni kaleme alan Mansur'un eline kısa bir zaman sonra felç indi. Şartlar, müminler ve hatta Haşimilerle Abdülmuttalib oğulları için fevkalade hassadı. Haberi alan Ebu Talib, derhal Müslümanlarla Haşimileri bir araya toplayarak yardım istedi. Ebu Leheb'in dışında muhalefet eden yok. Ebu Leheb, İslama olan düşmanlığından Ebu Talib tarafını terk ederek, Kureyş kafirlerine katıldı. Mekke ikiye bölünmüştü... Peygamberimize destek olanlar Ebu Talib mahallesine toplandılar. Hatta Kureyş mahhallesinde bulunan taraftar aileler bile Haşimi kesime sığındı. Ebu Talib, eshab-ı kiramın yardımı ile Resulullah'ı meçhul bir yere sakladı. Peygamberimiz, lüzum ettikçe izini kaybettirmek için yer değiştiriyor.
Düşman, Şib-i Ebu Talib/Ebu Talib mahallesini kuşatma altına aldı... Bölgenin dışına çıkan bir mümini yakalayınca O'na esir muamelesi yaparak işkence ediyorlar. Abluka altındaki insanlar, Hac mevsimi dışında, şehre inemiyor. Hac günlerinde de azgın din düşmanları, uzak yollara çıkarak gelen kervanların önünü kesip "Muhammedilerle destekçilerine mal satan olursa kervanını yağma ederiz ona göre" diye tehdit ederek korkutuyor; yine netice alamayınca mallarına yüksek fiyatalar vererek rakamları şişriyorlardı...
Ebu Talib mahallesi yokluk ve açlık diyarı olmuştu... Çocuk ağlamalarından durulmuyor...merhamete gelerek bir parça yiyecek getiren bir kureyşli yakalanınca dayaktan geçiriliyor. Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Hadice annemiz, Hazret-i Ebu Bekr, bütün mallarını müminler için harcadılar.Başa bir imkan kalmayınca bu kahraman müminler ot ve ağaç yaprağı bile yediler. Peygamberimiz ve eshab-ı kiram açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyorlar.
Günler, aylar geçti kuşatma kaldırılmadı...
düşmandan çekinmeden serbestçe dolaşabilenler yalnızca Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebu Bekir. Bu mübarek insanlara da diş gösteriyorlar ama ısırmaya güçleri yetmiyor. Hatta Ebu Bekir istediği yerde namaz kılıyor ve müsait olanlarını gizlice imana çağırıyor. Bunların haricindeki diğer müminlerin vaziyeti git gide kötüleşmekte. Bu yüzden Resulullah, sekseni erkek, onu kadın doksan kişinin daha Habeşistan'a göçmelerine için verdi...
Bu doksan müslüman, bin bir tehlikeyi göze alarak gayet gizli bir şekilde Mekke'den ayrılıp Habeşistan'a vardılar.. Bir gurup müminin daha Arabistan'dan çıktığını öğrenen islam düşmanları öfkeden küplere bindi. Ne varki güvercinler bir kere hür ufuklara kanat çırpmıştı; yılan istediği kadar kıvranıp dursun.
Muhacirlerin emirliğini Cafer bin Ebi Talib, radıyallahü anh, yapıyor. Kureyş kafirleri, Habeş Hükümdarı Necaşiye temsilci yollayarak "asi"leri isteye karar verdiler. İki kişi gidecekti; Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia. Necaşi ile devlet erkanı ve din adamlarına nadide hediyeler hazırlayarak sefirlere teslim edildi ve:
-Önce din adamı ve yüsek dereceli memurlara götürdüklerinizi takdim ediniz. Böylece Melik'le görüşme ve maruzatın gerçekleşmesi hususunda yardımlarını rica edebilirsiniz; bilahere Hükümdara hediyelerini takdim edeceksiniz. Necaşi ile mültecileri görüştürmemeye bilhassa dikkat etmelisiniz, diye güngörmüş ihtiyarları akıl verdiler..
Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia Habeşistan'a vardıklarında kendilerine tenbih edilenleri harfiyen uyguladılar. Evvela yüksek dereceli memurlarla, sarayda görevli din adamları hediyelerle kendi yanlarına çekildi. Sonra bunların yardımı ile Kureyş elçileri Necaşi tarafından huzura kabul edildiler. Kureyşliler, secde ettikten sonra armağanları takdim ettiler ve ziyaret maksatlarını die getirdiler:
-Aziz majesteleri.. Memleketimizden bir kısım kadın ve erkeğin kaçarak devletinize geldiği yüksek malumlarınızdır. Bu asiler, bizim dinimizden çıktıkları gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi aralarında bir din uydurup ikilik çıkardılar. Bizi size arapların en seçkin insanları yolladı. Ricaları suçluları iade etmenizdir. Devletinizden de nifak ve huzursuzluk çıkarmalarından endişeliyiz. Bize yeter miktarda asker verirseniz isyancıları alarak geri döneceğiz. Maruzatımız bundan ibarettir.
Necaşi, "Ne diyorsunuz" manasına patriklere baktı. Onlar:
-İade etmelisiniz, dediler.
Hükümdar sinirlendi:
-Devletime sığınan insanlar, siyasi suçlulardır. Onların da fikrini almak lazım. Buraya çağırıp iki tarafı da dinleyelim. Eğer diplomatların bu iddia ve ithamlarına karşı inandırıcı bir müdafaa yapamazlarsa ülkemde bocguncu meşrep insan tutamayacağımdan onları araplara geri veririz. Ama üstlerine atılan şu suçlamaları çürütürlerse burada dilediklerigibi yaşarlar, buna kimse mani olamaz, dedi ve arap elçilerine döndü:
-Siz muhterem sefir hazretleri söyler misiniz bu uydurma dediğiniz dinin Peygamberi kimdir?
-Muhammed, dediler...
Zeki ve akıllı Hükümdar, durdu ve düşünmeye başladı. Son bir dinin vahyedileceğini; ahir zaman nebisinin bu isimde olacağını, milletinin onu yaşadığı beldeden hicret etme zorunda bırakacağını biliyordu.. demek ki son Peygamber zuhur etmişti.
Anladıklarını hiç belli etmedi.
-Evet az evvel dediğim gibi en güzeli onları da buraya çağıralım; yüzleşin! Bakalım bizi kim ikna edecek?
Melikin emri ile çilekeş mümineri de huzura getirdiler.. Her biri bir vakar timsali. Eğilmediler ve secde etmediler. Hükümdarı sadece ve nazikçe Allah'ın selamı ile selamladılar.
Tahtında oturan Necaşi sordu:
-Şu elçiler huzuruma girdiklerinde yeri öperek saygılarını sundukları halde siz sözle selam verdiniz bunun sebebi nedir? Halbuki onlar da siz de aynı millettensiniz.
Cafer radıyallahü anh:
-Biz müslümanız! Bizim dinimizde insan, insanın önünde eğilmez, insan insana secde edemez. İtikadımıza göre böyle mbir hareket haramıdır.
Peygamberimiz "secde yalnız ve ancak Allah'a mahsustur" ölçüsünü koymuştur. Biz bu ölçünün dışına çıkamayız. Ancak hareketimiz hazretlerine saygısızlık şeklinde tefsir edilmemeli. Çünkü biz, zatı devletilerini Allah'ın selamı ile selamladık. biz müminler birbirimizi de bu kelimelerle selamlar ız.Cenne†tekilerin selamlaşmasınında bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz haber veriyor.Bu bakımdan Allah'tan gayrısına secde etmekten yine Allah'a sığınırız,dedi.
veciz konuşmayı Necaşi de divandakilerde büyük bir dikkatle dinliyorlardı.Hükümdar:
-Pekala...sorduklarıma cevap veriniz.Buraya niçin geldiniz;tüccar değilsiniz,bizden bir şey de istemiyorsunuz;bu elçiler sizi neden geri götürmek istiyorlar?
-Devletlim,lütfen şu adamlara sorunuz.biz sahibinin yanından firar etmiş kölelermiyiz ki bizi yakalayıp efendilerimize iade edecekler...
Necaşi Amr bin As'a döndü:
-Bunlar köle mi,hür mü?
-Hür insanlar efendimiz!
Hazreti Cafer:
-Şu adamlara sorunuz;biz,herhangi bir kimsenin
kanını mı döktük bizi götürüp kan sahibine teslim edecekler?
Necaşi:
-Bunlar katil mi?
-Hayır!
Cafer radıyallahü anh:
-Hükümdarım,şu adamlara sorunuz ki biz birinin
malını mı elinden aldık da bizi hak sahibine götürecekler...
Necaşi:
-Ey Amr! Mülteciler, hırsızlık veya gasp veya talan gibi bir cürüm ika ettiler mi? Şayet bunların bir borcu varsa miktarı ne olursa olsun ben ödeyeceğim.
-Hayır; ne sayılan suçları ne borçları var...
Büyük kabul salonunda hiç bir şey kımıldamıyor, hiç bir hareket yapılmıyor; en keskin dikkatlerle konuşmalar dinleniyor. Kelimeler karanlık gecede uçuşan kıvılcımlar gibi havada savrulup diğer tarafa düşüyordu...
Necaşi gürledi:
-Öyleyse, siz bu insanlardan ne istersiniz?
-Biz ve onlar aynnı dindeydik. Yolumuzu bırakarak Muhammed'e tabi oldular, dinimize ve milletimize isyam ettiler. Bu yüzden cezalandırılmaları lazım. Onlar suçlu. Kureyş onların cezasını verecek.
Necaşi:
-İnsanların ellerine kelepçe ayaklarına zincir vurulabilir ama vicdanları nasıl kilitlenir, imanlarına nasıl hükmedilir. Zorla, zorbalıkla insanları kendiniz gibi inandıramazsınız. Siz, mazlum kimselere tahakküm etmek istiyorsunuz!!! Buna müsaade etemem!!! dedi.
Müşrikler feci bir meydan dayağı yemiş gibi oldular. Hükümdar tebessüm ederek müminlere döndü.
-Ey Cafer, dininizi niçin terk ettiniz. Ecdadınızın dininden ayrılmış fakat hıristiyan da olmamışsınız. Dininden ayrılmış fakat hırıstiyan da olmamışsınız. İman ettiğiniz din nasıl bir şey?
-Hükümdarım. Biz cahil insanlardık. Heykellere tapar, leş yer, elmas yüzlü çocuklarını zerer kadar acımadan diri diri toprağa gömer, akrabalarımızla alakamızı keser, komşularımıza kötü davranı, kuvvetli olanlarımız zayıfları ezer ve merhamet nedir bilemezdik... Peygamberimmizin tebliğine kadar bu hal üzre devam ettik. Bu dinin ismi islamiyettir. Dinimizde heykellere tapmak, yalan söylemek, adam öldürmek, yetim malı yemek, iftira atmak haramdır. İslamiyet ana-babaya hürmetkar olmayı, akrabayla iyi geçinmeyi, komşuya hürrmet etmeyi, evlatlar arasında kız-erkek farakı gözetmemeyi ve daha nice güzel şeyleri emir buyurmaktadır. Mbunların hepsini şurada saymak uzun zaman alacağından sıralamak oldukça zor.
Kısacası biz, kitabımız Kur'an-ı kerim'in ve yüce Peygamberin yapınız dediklerini yapmaya, yapmayınız buyurduklarından uzak durmaya başladık. Ve ibaedetlerin en büyüğü namazla şereflendik. Namazla kul ve insan olma şuurunu idrak ettik. Bu sebeple bu putperestler, biz hak dini mensuplarına düşman oldu ve akıl almaz kötülüklere başladılar. Bizleri islamiyetten dördürmek için zalimce işkenceler yaptılar. Aç bırakmak için müslümanları ablukaya alarak onların başka insanlarla görüşmelerini, alış veriş yapmalarını yasakladılar. Şu gün bile yalnız yakaladıkları müminlere yine gaddarca işkence yapıyorlar. Aç bırakarak dize getirmek için başlattıkları kuşatma aylar geçtiği halde yine sürüyor.. Bir yolunu bularak dinimiz uğruna yurdumuzu yuvamızı terk edip ülkene ve adaletine sığındık. Eğer bizi onlara teslim ederseniz işkence ede ede öldürecekler!..
Mübarek sahabi terlemiş yanakları al al olmuştu.
-Pekala o bahsettiğin Kur'an'dan biraz okur musun? Bakalım ne diyor...
Cafer, radıyallahü anh, hazretleri uhrevi bir hava ile Meryem suresini okumaya başladı. Kudsi ve muhteşem ayetler ruhlarda yankılanıp gönüllere akıyordu... Hükümdarın gözlerinden boşanan yaşların süzülüp sakalını bulduğu görülüyor. Din adamları da sessizce ağlamaya başladılar.
Necaşi:
-Kainatın en güzel sözleri... daha oku, devam et...
Cafer bin Ebi Talip biraz da Kehf suresinden okudu...
Melik Necaşi, mecliste olanlara hitaben:
-Hiç şüpheniz olmasın ki bu yeni dinle eski hak dinler, aynı kandilden yükselen ışıklar gibi; aralarında ancak bir kıl kadar fark var. Musa ve İsa Peygamberler de aynı hakikati söylüyorlardı, dedi ve Müslümanlara döndü:
-Sizi kutlarım! Yolunda olduğunuz nebinin Hak Peygamber olduğuna ben de iman ediyorum. Meryem oğlu İsa da O'nu haber veriyordu. Mümkün olsaydı gider hizmetine girer, ayaklarını yıkarım... ülkemin istediğiniz yerinde dilediğiniz şekilde hür ve huzur içinde yaşayınız, diye güleç yüzü ile onları tebrik ettikten sonra bu defa elçilere hitap etti:
-Getirdiğiniz hediye kılıklı rüşvetinizi de alarak buradan çıkınız!!!
Doksan kışı rahat bir nefes aldılar; ılık bir gülümseme yüzlerini yumuşattı; Necaşi'ye dua ve teşekkür ederek huzurdan ayrıldılar.
........
Doksan müslüman, hürriyete kavuşurken Mekke'de neler oluyordu?
Ebu Talib mahallesi'nin etrafındaki kuşatma çemberi kuş uçurtmuyor. Mü'minler büyük imtihandalar...
İnsafdan nasipli olan bazı kureyşlilerin vicdanlarında bir şeyler kıpırdıyor. "Böyle şey mi olur... senin gibi inanmıyor diye aç bırakarak ceza vermek de ne demek?" Hakim bin Hüzzam da böyle düşünüyor. Bu düşüncenin dürtmesi ile bir yolunu bulup akrabalarına bir yük gıda maddesi gönderdi. Yiyecek yerini buldu ama Ebu Cehil, olanı duymuştu. Hakim'in kapısında. Kıracak gibi yumrukluyor:
-Hakim bin Hüzzam! Çabuk dışarı çık!..
Hakim, kapıya geldiğinde hakaretin bini bir para. Ebu Cehil kudurmuş gibi. Boyun damarları şişe şişe bağırıyor:
-Sen hainsin! Ahdnameye ihanet ettin. Asilere nasıl yiyecek yollarsın? İki yüzlü yalancı. Seni meydan yerine götürüp herkesi yüzüne tükürteceğim!!! Keza, Ebu Bühter bin Hişam da bir müddettir vicdan rahatsızlığı duyanlardan.
Ebu Cehil, Hakim'e yüklendikçe yüklenirken Ebül Bühter de onları seyrediyor... Mütecaviz adamı dinledi, dinledi ve bir an geldi ki Hakim'in cevap vermesine fırsat kalmadan eline geçirdiği bir odunu kuduz kafirin kafasına indirdi:
-Yetti be, dedi, sen ne merhamet fukarası bir canavarmışsın! Adamın suçu ne; nihayet akrabasına iki lokma yiyecek göndermiş. Akrabalarımızla görüşmeye mani olamazsın anladın mı?
O sırada Hazret-i Hamza oradan geçiyordu. Ebu Cehil'in kafasına odun yediğini görmüştü. Bunu fark eden kibir putu, mahvoldu ve pancar gibi bir suratla defolup gitti...
Bu çetin günlerde Haşimoğullarına yiyecek gönderenlerden biri de Hişam İbni Ömer. Bunun da içine merhamet nurundan kıvılcımlar düşmüş. Abluka altındaki bölgeye bir gece üç yük yiyecek kaçırdığı haber alınınca müşrikler Hişam'a ağır bir meydan dayağı attılar... ve!
-Bir daha böyle bir alçaklık yaparsan seni öldürürüz, bunu iyi bil!
.. diyerek onu olduğu yerde bırakıp dağıldılar. Ama adamın içine bir kere nur kıvılcımı düşmüş bulunuyor. Bir sonraki gece de iki yük yiyecek kaçırdı... Kureyşliler bunu da haber aldılar ve Hişam bin Ömer'i şiddetle cezalandırmak için peşine düştüler.Lakin onlara Ebu Süfyan mani oldu...
-Olmaz dedi, bu kadarı fazla! İzinde olduğunuz insanın kabahati ne? Akrabasına acımak. Acı ya! Buna nasıl engel olursunuz. Hişam'ın kılına ilişen boyununu kılıcıma sürmüş olur! Bunu böyle bilin! dedi... Kalabalık homurdana homurdana çözülüp dağıldı...
Rabbimiz bir iyiliği karşılıksız bırakır mı? Hele o iyilik Resulü ile çilekeş ilk müslümanlara yapılıyorsa... Hakim bin Hüzzam, Ebül Bühter bin Hişam ve Ebu Süfyan, duydukları o vicdan sızıları sebebiyle daha sonra islamla şereflendiler.
......
Sıkıntı, sıkıntı sıkıntı,
Yiyecek, giyecek sıkıntısı had safhada kuşatma üçüncü yıla girdi. N'olacak, bu işin sonu nereye varacak? Bu suali sadece muhasara altındaki mümin veya Haşimller değil bazı Kureyşliler dekendi kendine sorup derinden derine rahatsız olmaktadır. "Ahdname" dedikleri Kabe duvarına asılı şu paçavra artık yırtılıp atılmalıdır. Bu kadar da zulüm olmaz. Bu anlaşma insanı insanın kurdu yapmıştır... Hişam bin Ömer bin Haris, bu kağıdı yırtmak için bir müddettir kendi kendine fikirler yürütüp, planlar kuruyor.
Bir gün Zübeyr bin Umeyye! Mahzumi'ye geldi ve düşüncesini ona açtı.
-Ey Zübeyr! Senin vicdanın hiç sızlanmıyor mu?
Bak sen bolluk içinde yüzüyorsun. Oradaki halaların ne halde? Bir tas çormaya, bir eski entariye muhtaç duruma geldiler. şu Ebu Cehil'in ettiği doğru mu?
Bunu içine sindirebiliyor musun?
Zübeyr, onu keskin bir dikkatle dinliyordu.
-Doğru dedi, bu insanlık değil. Şayet bana yardım eden olursa o ahdi bozmaya çalışırım.
-Ben hazırım.
-İki kişi az olur. Bir kişi aha bulaz mısın?
Bunun üzerine Hişam, Nevfel bin Abdi Menaf'a gitti; ve:
-Manzara seni rahatsız etmiyor mu? Bak şu gün bir kısım Abdi menaf evladı açlığa mahkum edilmiş ölümleri bekleniyor. Sen ne yapıyorsun? Hiç.
-Ama ben yalnız bir insanım ne yapabilirim ki?
-Hayır yalnız değilsin! Zübeyr de var. böylece üç kişi oluyoruz, dedi...
Daha sonra bu üç kişiye iki kişi daha eklendi: Ebül Bühteri ile Abdülmuttalib bin Abdülaziz. Bu beş kişi önce kafa kafaya verip stratejiyi bir güzel çizdiler... Ertesi gün Kureyşlilerin en kalabalık olduğu saatte Zübeyr, onlara seslenerek kendilerini sarıp tesir altına almaya çalışırken gönül birliği ettiği diğer dört arkadaşı meclisin dört ayrı noktasında bulunacak ve buradan yüksek sesle Zübey'e destek vereceklerdi.... Böylece toplum psikolojik bakımdan hakimiyet altına alınarak hedef alınan maksada doğru yönlendirilecek.
Öyle yapıldı. Beklenen günde Kabe'nin önü. Kureyş'in en kalabalık olduğu saatler... Birden bir ses:
Ey Mekkeliler!!!
Bütün başlar sesin geldiği tarafa çevrili ve bütün gözler sesin sahibini arıyor. Zübeyr, yüksek bir yere çıkmış ateşli nutkunu veriyor:
-Bir düşünün! Biz refah içinde yüzerken akrabamız olan insanlar muhasara altında açlıktan neredeyse kırılır duruma geldiler. Onlar tam üç senedir her varlıktan mahrum halde sıkıntıları göğüslüyorlar. Çocukların ne suçu var? Onlar bile çekiyor. bu ağır zulüm artık bitmeli.. bu hata düzelmeli. Ve ben bunu düzelteceğim. "Ahdname" dediğmiz zalim paçavrayı Kabe duvarından alıp parça parça atmeden, bu kararın yürülüğüne son vermeden buradan ayrılmayacağım.
Ebu Cehil, cırtlak sesi ile bakışları kendine çekti:
-Yalan! Yalan söylüyorsun!
-Sen yalan diyorsun! Biz zaten o anlaşmaya ta o günden muhaliftik, baskı altında evet dedik!..
-Asla! Asla! Ahdnameyi istemiyoruz.
-Ona uymayacağız.
Zübeyr'in arkadaşları dört taraftan Ebu Cehil'e cevap yetiştiriyorlardı...
Halkdan beklenen sesler yükselmeye başladı:
-Doğru! Bıktık bu işten. Öz akrabalarımızı kendi ellerimizle esir aldık; baskı altında inletiyoruz.
Bir anda herkes sustu. Ebu Talip, onlara hitap ediyordu:
-Ahdnameyi bana getirin?
..............
Ebu Talip, ahdnameyi ne yapacak, neden istiyor? Kabe önüde deminki tartışmalar olurken Cebrail aleyhisselam, Sevgili Peygamberimiz'e gelerek bahsi geçen ahdnamenin bir güve tarafınndan yendiğini; sağlam olarak sadece "Allah" yazılı olan kısmın kaldığını haber vermişti. Resulullah müjdeyi amcasına duyurdu. Ebu Talip şaşırdır:
Ama, dedi, böyle bir şey varsa sen bunu nereden biliyorsun. Bizim dışarı ile hiç bir irtibatımız yok ki ne biz dışarı çıkabiliyoruz, ne gelen var?
-Cebrail'den öğrendim, buyurdular.
-Sen yalan söylemezsin, diyerek yeğeninin yanından ayrılıp ahdnamenin asılı olduğu duvar dibine geldiğinde münakaşanın bu konuda olduğunu görmüş ve işte o zaman onu istemişti.
Bazıları ümide kapıldı.
-Yeğenini teslim etmeye geldin değil mi? O ölmeden bu ikiliğin bitmesi imkansız.
Ebu Talib:
-Ey Kureyş şu anlaşmayı siz kaleme aldınız ve yine siz mühürlediniz değil mi?
-Evet biz yadık; reislerimiz mühürleri ile tasdik etti...
-Yeğenim, bir böceğin anlaşma metnini yediğini, sadece "Allah" yazılı olan kısmın sağlam kaldığını söyledi. Ben doğru söylediğine inanıyorum. Buna rağmen kağıt sağlamsa O'nu size getireceğim. Şayet dediği olmuşsa ahdnamenin hükmü kalmasın diyorum razı masınız?
Topluluğun önüüleri bir taraftan merdiven kurarak ahdnameye uzanırken bir taraftan da Ebu Talib'in dedikleri ile inceden inceye alay ediyorlardı.
-Böcek, kağıdı yiyecekmiş ama Allah isminin geçtiği yerden korkup orayı öylece bırakacakmış. ne hayal ya! Bunu diyen şiir yazsa bari!
Bu gevezeliği yapan lafını bitirdiğinde ahdnameyi aşağı indirmişti... Herkes merakla başına toplandı.
Muhafaza açıldı ki doğru. Ebu Talib'in haberi aynen vaki! herkes şaşkınlık içinde:
-Aaa! Hayret, imkansız birşey bu...
Ebu Cehil vaziyeti toparlamaya çalıştı.
-Heyret edecek ne var?! Büyü işte anlamıyor musunuz? Benzerlerine kaç kere şahit olduk? Bu da onlardan biri. Hadi Herkes dağlıp işine baksın.
-İşine baksınmış! Hayır. Bu paçavranın kalanı da yırtılmadan; andlaşma yürürlükten kaldırılmadan bir yere gitmeyeceğiz.
-Evet arkadaşlar! Bu iş buraya kadar gider! Akrabamız kuşatma altında bitti artık.
-Böyle bir ahdi istemiyoruz, bu anlaşmaya razı değiliz!..
Bu sesler, Zübeyr ve dört arkadaşına aitti.
Kureyş'in çoğunluğu onlara katıldı. Kağıdı paramparça ettikten sonra kuşatma hattına saldırarak çemberi yardılar... Kimse itiraz edemedi. Zira itiraz, bir isyan; büyük bir iç kavgaya sebep olacak ve belki de müminleri çoğaltacaktı.
Bisetin onuncu yılına girerken müslümanlar, üstün bir sabır ve metanetle açlık ve yokluk imtihanını da vermiş oluyorlar...
ebu talib'in ölümü
O hüzünlü Peygambere
Selât ve Selam Olsun
Ebu Talib Hasta.
O'nun hastalğı, evde her şeyi değiştirmişti. Mekke Reisinin cıvıl cıvıl konağında şimdi dudaklar kilitli gibi. Herkes suskun ve düşünceli. Konuşan, dillerden çok gidip- gelen ayaklar, alıp-veren eller bakışıp anlaşan gözlerdir. Evet; Ebu Talib hasta...
Seksenyedilik ihtiyar çınarın bu defa yenik düşeceği belli....bir fazla söz, yüksekçe söylenecek bir kelime, sanki havanın tılsımını bozacak ve sanki bu yüzden ölüm çabuklaşacaktır.
Varlığı, her şeye hakimiyet ve tesiri öyle tabiileşmiş kihayatı O'nsuz düşünmek evdekileri korkulu ürpertilere itiyor...
Ebu Talib'den mahrum bir hayattan endişe eden sadece oğlu, kızı, hanımı, gelini değil...daha başkaları da aynı kaygıyı yaşıyor.
...Hamza müslüman oldu. Ömer de müslüman oldu. Her gün yeni yeni insanlar müslüman oluyor. Çoğalıyorlar, büyüyorlar, güçleniyorlar. Ebu Talib'in yokluğu yarısı müslüman, öbür yarısı eski yolunda yürüyen toplumu gırtlak gırtlağa getirebilir. Öyle görünüyor ki babanın evlada kılıç çekeceği günler uzak değil. Şu ahled herkes yoluna gitmeli. Barış esas olsun ve herkes dilediğince inanıp yaşasın. İki tarafı da bağlayıcı böyle bir sulhü kim kurabilir? Ancak Ebu Talib. Aralarında Ebu Cehil'in de bulunduğu müşrik mümessilleri hastanın evindeler:
-Geçmiş olsun ya Eba Talib! Sen bizim ulumuzsun. Ölüm döşeğinde bulunman cümlemizi korkulara sevk ediyor. İstikbalden ürküyoruz. Yeğeninle aramızdaki ihtilaf malum. Ölmeden evvel bu meseleyi çözmelisin. O'nu da buraya çağır; hakem ol; aramızı bul. Kimse kimseye karışmasın. O kendi yoluna, biz kendi yolumuza gidelim.
Başı yastığa gömülü olarak yer yatağında misafirleri dikkatle dinleyen Ebu Talib, tane tane konuşarak şunları söyledi:
-Muhammed, emin insan. Hakikate muhalif bir şeyi O'nda bulamazsınız. Benim size yapacağım bütün nasihatleri fazlası ile diyecek olan O'dur. Muhammed'i inkar eden sadece lisandır. Vİcdanın reddiyse imkansız. Söylediklerinin akla aykırı yanı yoktur. Şuna kesin olarak inanıyorum ki milletimizin fakirleri, kimsesizleri, köylüleri sür'atle O'na bağlanacaklar. Çevre ülke insanları da müslüman olacak. Kureyş'in O'na tabu olmayan kibarları, seçkinleri, zenginleri rezil olup sürünecekler. Sağ kalırsam yeğenimi bütün tehlikelerden korumayı sürdüreceğim. Tevsiyem o ki siz Muhammed'e sahip çıkınız!...
...dedi ve bir yakının Sevgili Peygamberimize yollayarak istetti.
Büyük Peygamber, içeri girince emcasına giderek yanıbaşına oturdu. Müteessir olduğu mahzun yüzünden anlaşılıyordu. Bu kadar iyiliğini gördüğü bir insanın imandan mahrum olarak beka alemine göçme ihtimali O'nu elemlere gark ediyordu. Güzel ahlakı en büyük mucizelerinden biri olan Allah Resulünün oturuşu, susuşu, bakışı bile kibar, ölçülü, vakurdu...
Ebu Talib, müşfik nazarlarla yeğenine bir müddet baktıktan sonra doğrudan mezua girdi:
-Gördüğün gibi senin baş düşmanların ve kavmimizin beyleri buradalar... Benden sonra vaziyetin daha da kötüleşeceğinden endişeliler. Bu sebeple "Sen hayatta iken kardeşinin oğlu ile aramızı bul; herkes kendi dininde kalsın; taraflar yekdiğerine müdahale etmesin" teklifini yapıyorlar. "Hakem ol; vereceğimizi verelim, alacağımızı alalım" diyorlar...
Bütün dikkatler O'nda toplanmıştı. Ebu Talip, nefes ala ala konuşurken her şey susmuş ve herkes beklemeye durmuştu.
"Peygamber, muahede teklifine acaba ne diyecek?"; kafalarındaki soru bu...
Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem:
-Mümkün, dedi. Onların benden almalarını istediğim sadece bir cümle. Eğer bu cümleyi kabullenirlerse araba ve arap olmayana hakim olurlar.
Ebu Talib hayretle sordu:
-Hepsi bir cümle mi?
-Evet bir cümle!
Ebu Cehil atıldı;
-Aman şunu söyle; biz ona on cümle daha ilave edelim.
Herkes merakla yeni dinin sahibine bakıyordu. Sevgili Peygamberimiz, barış şartı olan tek maddeyi açıkladı:
-"La ilahe illallah" diyerek; Allah'a ibadet edecek, putlardan vazgeçeceksiniz.
Müşriklerin başından bir kazan kaynar su dökülmüş gibi oldu. Ellerini dizlerine veya birbirine vurarak:
-Ey Muhammed! Sen şu kadar tanrıyı bir tek ilah mı yapacaksın? Şaşılacak şey!... Bir de ümid vadederek olmayacak bir teklifle bizi oyalıyorsun, dediler.
Ebu Talib, sulhün akdedilmemesinden mahzun olmalı ki bir süre sustu ve sonra Peygamberimize hitap etti:
-Şartın hak ve hakikate uygun. Kabulü mümkün şeyler söyledin...
Amcasının bu konuşması Peygamber aleyhisselamı sevindirdi.
-Amcacığım öyleyse sen "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" de. Dedi ki kıyamet günü şefaatçin olabileyim, dedi ve ısrarla ayın sözü tekrarladı.
Ebu Talib, bu ısrar karşısında:
-Eğer "Yaşlandı da bunayarak müslüman oldu" veya "Ölümden korktuğu için Müslüman oldu" demeseler didine girerdim. Ama böyle demelerinden korkarım. O'nun için Kelime-i tevhidi söylemiyeceğim, dedi.
Peygamberimiz, büyük yardım ve himayesini gördüğü fedakarlıklarını hiç bir zaman unutamaycağı Ebu Talib'in ebedi felakete düşmesinden son derece üzülüyordu. Bu yüzden telkine devam etti...hasta az sonra daha da ağırlaşmıştı. Sevgili Peygamberimiz, ölüm döşeğindeki şu ahiret yolcusunu bir kere daha imana çağırdı:
-Amcacığım "La ilahe illallah" de mahşerde mü'min olduğuna şahid ve şefaatçi olayım.
Ebu Cehil ve Abdullah bin Ebu Umeyye araya girdi:
-Ey Ebu Talib yoksa milletinin dininden vaz mı geçeceksin?
Cümleyi bir ihtar, kınama alay üslubu ile söyleyerek Ebu Talib'in gururunu tahrik ettiler.
Buna rağmen mazdarip ve muazzez yeğeni çırpınıyor; ama, diğerleri de Ebu Talib'in nefsini körüklemeye devam ediyorlar...
Bahtsız Ebu Talib yeğeni ile müşrikleri bir el hareketi ile susturdu ve nihai kararını açıkladı:
-Boşuna yorulmayın! Ben eski dinim üzre öleceğim. Millitemin yolundan ayrılamam. Muhammedi olursam Kureyş kadınlarının "elinde büyüttüğü birine tabi oldu" diye arkamdan gülmelerine korkarım!... Şu var ki seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. İncinmeni istemem. Bunlar, benden sonra sana eziyeti arttırabilirler. Bu sebeple Tai'e, dayın Neccaroğulları'na git...
Allah Resulü
-Ey amca şunu iyi bil ki, Allah tarafından men olununcaya kadar affın için dua edeceğim, karşılığını verdi.
Az sonra Ebu Talib, bir şeyler mırıldanarak öldü. O, bir şeyler mırıldanırken Abbas kulağını kardeşinin ağzına götürmüş ve Sevgili Peygamberimiz'e "dediğin kelimeyi söyledi" haberini vermişti...ancak, Resulullah bunu "ben işitmedim" diyerek reddetti. Üstelik Abbas henüz müslüman olmadığı için şahadeti makbul değil...
O'nun seksenyedi yaşında göç ettiği gün, aziz Peygamberimiz, kırkdokuz yaşından sekiz ay onbir gün almışlardı.
Amcasının böyle gayri müslim olarak dünyasını değiştirmesi inceler incesi rahmeten lilalemin'i büyük kederlere sürükledi... Ve evine kapanarak Rabbine yalvarmaya başladı...bunu gören eshabı kiram da evlerinden çıkmayarak kendi geçmişlerinin affı için gözyaşı döker oldular.
Fakat, Cenab-ı Hak buna razı değil.
Önce Tevbe Suresi yüzonüçüncü ayeti kerimesi gelerek bu hal yasaklandı:
-Peygambere ve diğer müminlere müşrikler için mağfiret talep etmek yoktur.
Sonra da Allahü teala, Kasas Suresi ellialtıncı ayeti kerimesi ile habibine seslendi:
-Muhakkak ki sen sevdiğin kimseye hidayet edemezsin; ancak Allah, dilediğine hidayet eder.
Eshabı Kiram soruyor:
-Ya Resulallah! Ebu Talib'in zat-ı alinize şu kadar hizmeti oldu. Bu hizmetlernin yararını hiç göremeyecek mi?
-Evet, faydasını gördü. Ben O'nu cehennemin derin yerlerinde buldum; daha serin bir yere çıkardım, ateş, amcamın sadece topuğuna kadar çıkabilmekte.
çııÖÖçşıÜüMedine, Mekke'nin yol üstü; güzergâh...Mekke, dış dünyaya Medine kapısından çıkıyor. Eğer medine Müslümanların eline geçerse; Mekke boğazından sıkılan bir insan gibi olacak. O takdirde Mekke, Medine'nin parmaklarını gevşettiği veya gevşetmediği nisbette yaşama şansına sahip veya değil...Medine'de Müslüman sayısı günden güne çoğalıyor...Bu, aslında hesapta olmayan bir neticedir. Önceleri fazlaca mühimsenmeyen bu netice, şimdi âni ve beklenmedik gelişmelerle çok ciddi buudlar kazanmıştır. Evs ve Hazreç kabilelerinin her ikisi birden İslâmiyeti tercih edince Medine bir bakıma bir İslâm beldesi oldu; belde veya devlete giden başlangıç. İşte bu iki kabilenin dini İslâmı kabulleri Mekke müşriklerini esaslı, şekilde ürküttü. Bu ürküntü ve içten içe gelişen önü alınmaz korkular ile müminlere saldırıya geçtiler. Varolup, olmama kavgasına girmiş gibiler...Şimdi hedefleri, Muhammedileri Mekke'de muhasara altında tutarak İmha etmek...Eğer Mekke Müslümanları ile Medine Müslümanları şöyle veya böyle bir yolla birleşirlerse...bu ihtimal müşrikleri kudurtmuştur. O yüzden zulüm ve işkence öncekilerle mukayese edilmeyecek çapta arttı...Hergün işkence, her saat işkence, her fırsatta eziyet ve aşağılama...
Ne yapıyordu ki bu insanlar onlara? Hiçbir şey. Suçları İslâmiyetin emrettiği gibi yaşamak. Buna tahammül edemiyorlar. Farklı bir hayat, Mekke kafirlerine aykırı ve zıt geliyor. Fakat Allah'ın hikmeti; Müşrikler, kötülük ettikçe Müslümanlar, azalmıyor; aksine, sayıları günden güne artmakta. Habis ruhlu kâfirleri de hırstan kudurtan kendilerine göre bu neticeydi...dayak, azap işkence hatta ölüm; buna rağmen insanlar, kendileri gibi soyluları bırakıp O'na koşuyorlar...İnsanlar neye gidiyor, para vaadine mi, mal vaadine mi, makam vaadine mi? İnsanlar, bilerek veya bilmeyerek Resulullah'ın en üstün mucizesine koşuyorlar; herkes O'nun güzel ahlâkına koşuyor. Öyle bir koşu ki nasibi olan herkes, kıyamete kadar O, sallallahü aleyhi ve sellem'in güzel ahlâkına koşacak. Herkes koşacak; aklı olan herkes koşacak.
Mazlumlarda dayanacak tâkat kalmadı. Bu sebeple Efendimizden izin istiyorlar... Bir yolunu bulup bu şehirden hicret etmek, azıcık nefes alacakları, azıcık hür yaşayacakları topraklara gitmek istiyorlar. Hürriyete muhtaçlar... Kendilerine mahsus bir mavi göğe, "Özlemleri bu; bu hür maviliğin altında kimse onlara sen suçlusun; gel hesap ver... Niçin böyle inanıyorsun" demesin; diyemesin...dememeli,
Şüphesiz, müminlerin; bu büyük kahramanların çektiklerinden en fazla üzüntü duyan o azabı tâ can evinde olanca hassasiyeti ile yaşayan bizzat Sevgili Peygamberimizdir. Her işkence haberi, en üstün insan ve en üstün Peygamberin nurlu kalbinde kimbilir hangi elemleri doğurmakta; hangi kederlere yolaçmaktadır. O, acıları, belki o işkenceye maruz kalandan daha çok hissetmekte. Buna hiç şüphe yok.
Buna rağmen hicret için müsaade isteyen eshabına sabır tavsiye ediyorlar. Zira Mekke'nin terkine henüz izin çıkmamıştır. Efendimiz, derin düşüncedeler. Şüphesiz bir büyük ve tarihi imtihan bu. O seçilmişler seçilmişi aziz arkadaşları bu imtihandan geçiyorlar...
Habibullah, dau ve gözyaşındalar...
...Ve bir gün, büyük sevinçlerle eshab-ı kiramın yanını gelerek müjdeyi bildirdiler:
-Yesrib/ Medine'ye gideceksin. Mekke'den ayrıldıktan sonra hicret edeceğiniz memleket iki kara taşlık arasında olan hurmalık Medine şehridir. Medine'ye hicret ediniz. Ahllahü teâlâ Medineli Müslümanlarla sizi kardeş yaptı. Onlarla birleşiniz. Yesrib, siz kalbi yaralılara emniyet ve huzur beldesi olacaktır.
....
Yüzlerde bir buruk sevinç ışıdı...Hüzün ve sevinç iç içe geçmişti. Şu zalimlerden kurtulmak büyük nimet olacaktı ama; eshab-ı kiram şimdi, doğdukları, büyüdükleri toprakları öylece bırakıp başka yerlere gideceklerdi. Oysa bu topraklarda onların izleri, hâtıraları hayatlarından parçalar vardı. Bazıları geride inkârda ısrarlı anne, bacı, kardeş, baba gibi en yakınlarını bırakıyordu. Veya yakınken uzaklaşmış olanları. Ah n'olurdu onlar da ebedi saadeti tadabilselerdi? Fakat bunların hepsinden çok daha acı olan Resulullah'dan ayrılmak...
...Sevgili Peygamberimiz, dikkatli olmalarını, kâfirleri şüphelendirecek hareketlerden uzak durmalarını, küçük topluluklar halinde ve gizlice göçmelerini bilhassa tavsiye buyurdular...
Müminler, büyük Peygamberin tavsiyelerine aynen sâdıklar. Tenha vakitleri ve tenha yerleri tercih ederek canlarını Medine'ye; kardeşlerinin yanına atıyorlar. İlk hicret eden; yani ilk muhacir, Ebu Seleme. Ebu Seleme, radıyallahü anh, daha evvel de, artık, müminlere gurbet olan Mekke'yi terketmek istemiş; fakat yakalanmıştı. Hanımı ile oğlunu O'ndan zorla koparmış; kendisine de olmadık kötülüğü reva görmüşlerdi. O yüzden bu topraklara ilk veda eden, bu toprağın küskünü; vatanda gurbet hüznünü tadan; ne tadması? hücrelerine kadar yaşayan Hazreti Ebu Seleme...
Ve ardından kafile kafile muhacir, gece karanlıklarında Mekke dışına sızmaya bakıyor. Mü'minler, öbek öbek insan düşmanı insanlardan kaçıyor..
Müşrikler, vaziyeti farkettiler. Bazı muhacirleri yakalayıp hepse attılar, beklenmedik yerlerde bazı kafilelerin önüne çıkarak hanımları kocalarından, çocukları analarından ayırdılar; zulümlerine zulümler eklendi... fakat göç seli durmadı. Hürriyete susamış olanlar, ne yapıp ettiler ve sonunda insanca yaşama şartlarına koştular.
Korkaklar zalim olur; zalimler, her nevi işkenceyi yapıyor ama bir iç harp korkusuyla müminleri bundan böyle şehid edemiyorlar...Yalnız bir kafileye ilişemediler. Kahroldular, mahvoldular, dövündüler, dişlerini öğüttüler ama ses çıkaramadılar.
Hazreti Ömer, radıyallahü anh, belinde kılıcı, üstünde ok ve yayı olduğu halde işte Kâbe-i Şerifi tavaf ediyor. Etrafta kalabalık bir müşrik cemaati var. O'na bakıyorlar. Büyük Müslüman, üzerine dikili nefret dolu bakışlara aldırış etmiyor. Huşu içinde ibadetini yapıyor. Kâbenin etrafında yedi defa dönüp duasını yaptıktan sonra kâfirlere dönüyor:
-İşte ben de gidiyorum! Dinimin hatırı için ve Allah rızası uğruna ben de Mekke'den vazgeçerek Medine'ye hicret ediyorum. Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen kahraman varsa yoluma çıkabilir...
İslâm düşmanları, kendilerine meydan okuyan bu arslan karşısında gıklarını çıkaramadılar. O'nun dediklerinde tam kararlı olduğu ve önüne çıkanın bu cür'eti hayatı ile ödeyeceği öylesine belliydi ki....bu yüzden Hazreti Ömer ve yanındaki yirmi kişi Mekke'den Medine'ye en rahat göçen insanlar oldu.
.....
Suheyb bin Sinan, Mekke'nin zenginlerinden. O da mümin...birgün Talha bin Ubeydullah'ı da yanına alarak bir fırsatını bulup Medine yoluna düştüler; fakat,Allah'a şirk/ortak koşanlar, ıssız bir yerde yollarına çıkarak onları durdurdular...
-Durun bakalım...Nereye?
-Gidiyoruz...
-Medine'ye!
-Evet, Medine'ye gidiyoruz..
-Gidemezsiniz.
-Sebep?
-Şimdi kendiniz gider, yarın servetinizi de çıkartırsınız..
Servet, mal, mülk kimin gözünde? Müminler için tek gaye var: Kâfirlerin elinden kurtulmak. Süheyb hazretleri önlerine çıkan eşkiyanın zaafını anlamıştı. Onlara "hayır" diyemiyecekleri beklenmedik bir teklifte bulundu:
-Peki bütün servetimi, hatta Mekke'deki alacaklarımı size versem bizi görmemiş olur musunuz?
Adamların dili tutulacaktı...Muazam bir servet onların oluyordu. Şaşırmışlardı... kılıçlarını yere indirdiler. Sahi mi söylüyor gibisine önce birbirlerine sonra Süheyb, radıyallahü anhın, yüzüne baktılar...
-Doğru mu diyorsun ya Süheyb?
-Evet, bize ilişmeyin bütün varlığım ve alacaklarım sizin olsun...
-Öyleyse çabuk kaybolun; biz sizi görmedik...
.....
Peygamberimiz, hadiseyi işitince aynı sözü iki kere tekrarladılar:
-Süheyb kazandı!.. Süheyb kazandı...
Ne güzel bir haber...
.....
İnsanlar gidiyor...
Gece karanlığında, gün ortasında, seher vaktinde elegeçen her fırsatta gidiyorlar...
...gittiler, gittiler, gittiler.
Herkes gitti...
Hazreti Ali,
Hazreti Ebu Bekr,
ve
Hazreti Peygamberden başka nerede ise kimse kalmadı.
Mekke müminden tamamen boşalmak; Medine taçlanmak üzere.
Az kaldı; Medine'nin taclanmasına az kaldı..
Efendimiz, "gidiniz" dediler; herkes gitti...
Hazreti Ebu Bekr; büyük dost...Allah'ın Resulüne soruyor:
-Ben de gidebilir miyim?
Efendimiz, aziz dostu yanlarından ayırmak istemiyorlar:
-Sabret. Öyle ümid ediyorum ki Allahü Teâlâ bana da müsaade edecektir. O vakit birlikte hicret ederiz, buyurdular...
Peygamber âşığı Ebu Bekr radıyallahü anh'ı bundan daha fazla sevindirecek bir haber tasavvur etmek mümkün mü? Sevinçten yüzü coşkun aydınlıklarla doldu:
-Ah, ne diyorsun ey Allah'ın Resulü? Anam babam uğruna feda olsun. Bu mümkün mü?
Peygamberimiz, aziz arkadaşını daha yüreklendiriyor.
-Evet; mümkün...
Hazreti Ebu Bekr, deve pazarına giderek tanesi dörtyüz dirhemden iki güzel deve satın alarak ahıra çektirdi. Maksadı izin gelince vakit kaybetmeden hemen yola çıkabilmek şimdi gözünde hem hicretin hem de Resulullahla birlikte gitmenin hasreti tütüyor. Bu hasretle dolu olduğu gecelerden birinde bir rüya gördü:
...ay gökten yere inmiş, Mekke'ye yakın bir noktada ışık saçıp duruyor. Ümmülkur'a sahrası onun nurundan gündüz gibi aydınlık...derken ay göğe çıkıyor ama tekrar yere iniyor; fakat bu defa Medine'ye iniyor. binlerce yıldız da onunla beraber Medine'ye iniyor. Şehir apaydınlık. Bir zaman sonra ay ve yıldızlar yine göğe çıkıyor ve oradan bir daha Mekke'ye konuyorlar. Mekke pırıl pırıl. Ne varki dörtyüze yakın ev bu aydınlıktan nasiplenemiyor; onlar karanlıklar içinde...Ay ondördüncü gecedeki gibi Mekke'nin etrafını dolaştıktan sonra Medine'ye yöneliyor. Bu şehirde Hazreti Aişe'nin evi önüne gelip kapıdan giriyor ve sonra toprağa süzülerek kaybolup gidiyor...
Hazreti Ebu Bekr, "Hayırdır inşaallah" diyerek derin uykudan sıçradı.. Rüya kendisine, nedense çok tesir etmişti...Bir zaman gözyaşlarını tutamadı; öylesine ağlıyordu. Sabah olunca meşhur bir rüya tabircisine gitti.... Adam, Hazreti Ebu Bekr'i ilgiyle dinledikten sonra anlattı:
-Ay, Peygamber, yıldızlar eshabıdır. Yıldızlar, Hazreti Peygamberle birlikte Medineye hicret etmekte fakat tekrar Mekke'ye dönmekteler. Bu, Mekke'nin Müslümanlar tarafından fethedileceğine işarettir. Ayın Aişe'nin kapısına gelmesi Ebül Kasım'ın O'nunla evleneceğine, yere süzülmesi ise Medine'de vefat edeceğine delalet etmektedir. Karanlıklar içindeki dörtyüz evin mânâsı ise zaten açık.
Mekke'den Medine'ye göç, şu iki kelimenin tarih içinde ifadesini bulmasına ve bu kelimelerin unutulmaz bir mânâ ve şeref kazanmalarına sebep oldu:
Muhacirîn...
Ensar...
Muhacirin: Vatanlarını Allah ve Resulullah için terkederek Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler.
Ensar: Kardeşlerine kollarını açarak, o müminleri bağırlarına basıp acılarını paylaşan Medineli Müslümanlar...
Şimdi, Mekke müşrikleri tedirgin olmaya başlamışlardı; uykuları kaçıyordu. Hemen hemen bütün Muhammediler bir yolunu bulup Medine'ye geçmişti. Ne hapis, ne dayak, ne sevenleri birbirlerinden ayırma onları durduramamıştı. Gelen haberlere nazaran Medineli Müslümanlar, onları sevinçle karşılıyorlardı. Ya şimdi Peygamber de Medine'ye hicret eder ve bir kuvvet haline gelen Müslümanların başına geçerek Mekke'nin üstüne yürürse? Önünde sonunda olacak da budur. Müslümanlar, Medine'de bir kuvvet haline gelmiştir. Bu kuvvet, birgün elbette teşkilatlanacak ve yapılanların hesabını soracaktır.
....
Mü'minlerin mes'elelerini görüşüp fikir birliğine vardıkları istişare meclisleri olduğu gibi Mekkeli kâfirlerin du kurultaylarını yaptıkları bir yer var. Kusayy İbni Hakim'in evi; Darun Nedve.
Peygamberin Medinedeki Ensar ve Muhacirîn kuvvetlerinin başına geçme ihtimali Medine için fevkalade tehlike arzetmektedir. Bu yüzden Ebu Cehil başta olmak üzere Meysere Bin Haccac, Münebbih Bin Haccac, Nadr İbnil Hâris, Ukbe Bin Ebi Muayt ve diğer Kâfir büyükleri Darün Nedve'de toplanmış alınacak tedbirleri münakaşa ediyorlar...
Konuşmalar hararetli şekilde sürerken kapı açıldı ve içeriye Necdli bir ihtiyar kılığında İblis girdi:
-"Hah", dedi, öncekiler, "işte tecrübesinden faydalanacağımız bir pîri fani"
İblis, sırıttı. Bilmez bir saflıkla ve sanki oraya tesadüfen girmiş gibi sordu:
-Müşgiliniz nedir? Neyi tartışıyorsunuz?
....
Kâfirler, mes'eleyi ve muhtemel neticelerini, her birinin düşündüğü çareyi anlattılar. İblis, bunlardan ilk defa haberdar oluyormuş da düşünecek zaman kazanıyormuş gibi sahte bir filozof tavrı ile sakalını sıvazladı ve sesine inandırıcı bir ton vermeye çalışarak müthiş telkinini yaptı:
-Iıı. Bunların hiç biri çare değil. Zira O'ndaki güler yüz ve tatlı dil, her tedbiri boşa çıkarır. İşi kökten halletmelisiniz!
Ebu Cehil, îmayı derhal anladı. Kendisi de aynı fikirdeydi. Hazır böyle bir destek bulmuşken arkadaşlarını da bu fikre razı etmek için mantığının bütün imkânlarını seferber etmeliydi.
-Öyle anlıyorum ki ey ihtiyar, O'nu öldürünüz; başka tercihiniz yoktur diyorsun öyle mi...
-Evet, tutacağınız başka hiç bir yolla Muhammedden kurtulamazsınız..
Ebu Cehil kurultaydakilere döndü:
-Dinlediniz!.. Necdli zat "öldürün" diyor. Ya öldüreceğiz ya öleceğiz. Eğer biz, O'nu öldürmezsek, sonumuzun uzak olmadığı kanaatindeyim. Bunu böyle bilin.
Kaşlar çatılmış, yüzler gerilmiş, bakışlar donuklaşmıştı. Bir kıvılcımla tutuşacak hale gelmişlerdi.
...Ve Ebu Cehil; bu katmerli kâfir, emri vakiyi kabul ettirdi.
-Bu gece evinin etrafını saralım. Her kabilenin en iyi kılıç kullananı oraya gelsin. Yarın sabah dışarı çıktığı zaman, o, iyi kılıç çekenler, hemen üzerine hücum etsin ve muhtelif kılıç darbeleri ile öldürülsün...dedi ve sesini yumuşattı. Böylece kimin katlettiği belli olmayacağından akrabaları mecburen kısas yerine diyete razı olurlar. Biz de kan bedelini vererek bu büyük dertten kurtulmuş oluruz.
İblis, fikre bayıldı. Çünkü aslında teklifin özü kendisine aitti...ve nice zamandır böyle bir ânı beklemişti.
Putperestler, derhal Mekke'nin en gözüpek cengâverlerini bularak o gece mubarek evin etrafını sardılar. Maksatları, Ebül Kasım, bir yere kıpırdamasın ki sabah emellerine nail olalar...tabi gafiller bilmiyorlarki yüce Allah, izin vermedikçe hiç bir şeyin vukuu mümkün değildir. Cenab-ı Hak,kâinatı uğruna yarattığı aziz Sevgiliyi, kâfirlerin elinde kim vurduya getirecek!... Buna imkân varmı? Necdli libasına bürünmüş lanetli şeytan da, küfürde inatlı anlı şanlı Mekke asilzadeleri de bu ince noktayı muhakeme edemiyorlar. Zaten bunu kavrayabilseler her şey bitecek. Bu basirete malik olabilseler geriye ne kalır ki...ahmaklıkları zekâlarını örtmüş.
.....
O akşam, Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Peygamberimizin saadethanelerine gelerek ayeti kerime getirdi. Darün Nedve'de alınan karar, bütün tafsilatı ile Resulullaha haber verildikten sonra o gece evinde uyumaması isteniyor ve ertesi gün de hicret etmesi bildiriliyordu.
Emri ilahi üzerine Peygamberimiz, Hazreti Ali'ye:
-Ya Ali! izin geldi. Ben de hicret edeceğim. Medine'ye gidiyorum. Bu gece yatağımda sen yatacaksın. Örtüme sarın ve uyu; hatırına hiç bir şey gelmesin. Hiç korkma. Mekkelilerin bana bıraktıkları emanetleri yarın sahiplerine teslim edersin. İnşaallah Medine'de buluşuruz.
Dedi ve Yasin Sure-i Şerifesinin baştan oy ayeti kerimesini okuya okuya kapıya geldi; açtı, yerden bir avuç toprak alarak kâfirlerin üzerine saçtı ve onların bakan, ama görmeyen gözleri önünde çıkıp gitti...Bu topraktan kimin üstüne düştü ise daha sonra Bedir cenginde O'nun canı cehennemi boyladı.
/Yâsîn. O, hikmet dolu Kur'ân'a andolsun ki sen, hiç şüphesiz insanlara gönderilen Peygamberlerdensin! Dosdoğru bir yoldasın. Bu Kur'an da kudretiyle her şeye üstün gelen, rahmetiyle herkesi esirgeyen Allah'ın indirdiği bir kitabdır ki; ataları azabla korkutulmuş, bu yüzden; gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutman için sana indirilmiştir.
And olsun ki bunların çoğuna o azap sözü hak olmuştur. Artık bunlar iman etmezler. Gerçekten, biz, onların boyunlarına bu kağılar geçirdik ki bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Şimdi onlar, kafaları ve burunları yukarı kaldırılmış bir haldedirler. Biz, onların önlerinden bir sed, arkalarından da bir sed çektik. Onları öylece bıraktık artık görmezler./
Mekke müşrikleri hane-i saadetin önünde böylece saatlerce beklerken birisi ortaya çıktı ve "siz ne bekliyorsunuz" dedi. Onlar sebebini söyleyince o adam:
-Bana kalırsa beklediğiniz şahıs içerde değil, şu evdeki sakinliği görmüyor musunuz?
Deyince İslâm, Allah ve Resulullah düşmanları bu hesap dışı lafa sinirlenerek yalın kılıç kapıya yüklenip içeri doldular. Baskın üzerine zaten tetikte uyuyan Hazreti Ali, Efendimizin yatağından fırlayarak edepsizlerin karşısına dikildi...karşılarında bir arslan heybetiyle duruyordu.
Bir tarafta elleri kılıçla Mekke Kâfirleri; aradıklarını kaçırmış, planları altüst olmuş insanlar, diğer tarafta tek başına onlara karşı koyan Hazreti Ali...Gerginlik en zirve noktada. Azgınlar, Allahın arslanını tartaklamak istiyor:
-Ebûl Kasım nerede, nereye gitti, nereye saklandı; çabuk söyle!!!
Hazreti Ali soğukkanlı...
-Bilmiyorum. Siz bana böyle bir vazife mi vermiştiniz...
Hırstan kuduran zorbalar, Ali, radıyallahü anh, efendimizi gözaltına aldılar...
....
O gece Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselam ile Mikail aleyhisselama sordu:
-Hanginiz hayatını diğeri uğruna feda edersiniz?
İki büyük melek suali samimiyetle cevaplandırdılar:
-Ya Rabbi hiç birimiz hayatımızı diğerine bağışlamayız...
Allahü teâlâ buyurdu ki:
-Halbuki Ali, öyle yapmadı. O, Peygamberinin hayatını kendi hayatından aziz tuttu. Şimdi zordadır; yardımına koşunuz...
Hakikaten, Sevgili Peygamberimiz "Ya Ali. Yatağımda yat. Ben hicret edeceğim; gitme zamanım geldi" anlamında talimat verince, Hazreti Ali, her türlü korku hissine yabancı olarak denileni yaptı. Çünkü O, Peygamber uğruna ölmenin yaşamanın ana gayesi olduğuna tam iman etmişti. Hal böyle olunca kim, müşrikin kılıcından, hapsinden tehdidinden korkar... Nezarette bir mikdar kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Serbest kalır kalmaz da Efendimize bırakılan emanetleri sahiplerine götürdü. İşte bu ahlâk İslâmiyeti yüzyıllardan yüzyıllara taşıdı. O'na iman etmiyorlar; ama, mallarını emanet edecek tek insan olarak yine Muhammedül Emin'i görüyorlar. O üstün ahlak sahibi Peygamberin ise en zor ânında ilk hatırladığı şey emanetler. "Ya Ali emanetleri sahiplerine ulaştır!" Ve gerçekten Hazreti Ali serbest kalınca bir yolunu bulup kaçma yerine bu defa kendisine emanet edilmiş olan malları sahiplerine götürüyor...Bu ahlâkı, hangi kılıç yenebilir? Emanete titizlenen, en olmadık bir vakitte bile emaneti unutmayan görülmemiş bir üstün ahlâk.
Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız bir ânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...
Birisi Hazreti Ebu Bekr'e haber veriyor:
-Ebûl Kasım size geliyor. Haberiniz olsun...
Ebu Bekr, radıyallahü anh, hayrette kalıyor ve mırıldanıyor;
-Sevdiklerim yoluna feda olsun; acaba niçin bu öğlen vaktinde teşrif buyuruyorlar.
Zira; Efendimizin âdetleri, Ebu Bekr'in evine sabah veya akşam uğramak. Bu güne kadar hep böyle olmuş...Herhalde mühim bir şey var ki âdetlerini bozmuşlar.
Hazreti Ebu Bekr, kapıya fırlıyor:
-Buyur ey Allahın Resulü. Buyur. Hoşgeldin, şeref verdin.
-Yabancı kimse var mı?
-Hayır ya Resulallah...
....
İçeri girdiler.
Fahri kâinat apaydınlık bir ifade ile müjdeyi bildirdiler:
-Rabbimden haber geldi; hicret edeceğim.
Sâdık dost, heyecanlandı;
-Ayağının tozları başıma tac, gözüme sürme olsun ey Allah'ın Sevgilisi,ben; bana da izin var mı?
Tebessüm buyurarak yumuşacık cevaplandırdılar:
-Evet.
....
Ebu Bekr-i Sıddık sevinç ve heyecandan ağladı ve:
-Ya Resulallah, develer hazır, dedi. İstediğini alabilirsin.
Peygamberimiz:
-Bana ait olmayan deveye binmem...
Hicretin bütün nimetlerine kavuşmak için kendilerini taşıyacak bineğin parasını vermek istiyorlardı.Bu sebeple:
-Bedelini kabul etmeni rica edeceğim. dediler.
Tam teslimiyet sahibi büyük insan ne diyebilir?:
-Nasıl emrederseniz. Yeter ki mubarek gönlünüz hoşnud olsun.
....
Evi bir ânda bir heyecandır doldurdu...İşte yol azığı hazırlanıyor: Et, ekmek ve yola dayanıklı yiyeceklerden bir çıkın... Hatta Ebu Bekr'i Sıddık'ın kızlarından Esma, çıkının ağzını bağlamak için bir ânda belinden kuşağını çıkartıp ortadan ikiye yardıktan sonra bir parçasını tekrar beline bağladı; ikinci parça ile çıkının ağzını sıkı sıkıya sardı. Bu güzel günün ve bu güzel tezcanlılığın hâtırasına Esma radıyallahü anh'ın ismi o günden sonra "Çifte Kuşaklı Esma" oldu...Bir küçük bez parçası ile gönüller fethetmişti. Hem de son Peygamberin gönlünü...Ana zamanlama ne kadar isabetli, ne kadar denk.
....
....daha sonra Abdullah bin Üreyket'i çağırdılar. Meşhur bir kılavuz olan bu şahsın, gayrımüslim olmasına rağmen meslekî terbiyesinden dolayı sır verme ihtimali yoktu. Ücret üzerinde anlaşmaya varıldıktan sonra her iki deveyi üç gün sonra Sevr mağarasına getirmesi hususunda talimat verilerek yollandı...
Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız birânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...
Bilahare Hazreti Ebu Bekr'in çobanı Âmr bin Fehr'e güneş çekilince sürüyü otlatarak Sevr'e doğru getirmesi tenbih edildi ki koyunların sütünden yararlanalar.
Ebu Bekr'in oğlu Abdullah'ın vazifesi ise bilgi toplamak. Gündüz, müşriklerin arasında dolaşarak, konuşmalara kulak kabartacak; akşam olunca bunları mağaraya gizlenmiş olan Sevgili Peygamberimizle, babasına getirecek.
Bütün bu tedbirlerden başka Hazreti Ebu Bekr, yanına beşbin dirhem de para aldı. Safer ayının yirmiyedinci Pazartesi gecesi evin arka penceresinden çıkarak Sevr mağarasına yöneldiler. Sanki ayak parmakları üzerinde yürüyorlardı. Bazan da Ebu Bekr, ileri geri, sağ sola gidiyordu. İzler, takipçileri şaşırtsın; nereye gittikleri belli olmasın, diye.
....
Gözü dönmüş kâfirler, Peygamber Efendimiz yerine Hazreti Ali'yi bulunca her tarafı didik didik aramaya başladılar...ellerinden gelse kuş uçurtmayacaklar.Çünkü korkuyorlar; hem de çok korkuyorlar. Ya ellerinden kurtulur da Medine'yi arkasına alarak kendilerinden, yaptıklarının hesabını sorarsa?
....
Bu korkunun sevki ile girip çıkmadıkları yer kalmadı. Hazreti Ebu Bekr'in evine de geldiler. Kapıyı yumrukluyorlar:
-Ya Eba Bekr! Ya Eba Bekr! Peygamberin nerede? Ya Eba Bekr Peygamberin nerede?
Sese Esma, radıyallahü anha, geldi. Kapıyı açtı. Müşriklerin karşısında dimdik. "Ne istiyorsunuz?" Dercesine onlara bakıyor. Vakur ve heybetli. Soruyor:
-Efendim?
Müşrikler, Eba Ber efendimizi bulacakları zannı ile gelmişler; başka bir sürpizle sarşılaşıyorlardı. Şimdi Ebu Bekr de yoktu. Hakaret edercesine sordular:
-Baban nerede?
Sualin üzerinden kurşun gibi ağır bir-iki saniye geçti:
-Bilmiyorum.
der demez Esmacığın gül yüzüne şiddetli bir tokat ve sert tokatın sarsması ile küpesi yere uçtu...
.....
Vaziyet anlaşılmıştı. Ebül Kasım, Ebu Bekr'i de alarak gitmişti. İz takibinde şöhretli Ebu Kürz'ü buldular. Bir kâfir konuşuyor:
-Ya Eba Kürz. Muhammedle Eba Bekr kaçmışlar!
Diğeri lafı kaptı.
-İstikbal iyi görünmüyor. Onları mutlaka bulup geri getirmemiz lâzım.
Üçüncü müşrik diş gıcırdattı:
-Ne getirmesi! Gördüğümüz yerde işlerini bitireceğiz.
Ebu Kürz, kafasından boca edilen bu haberlerle aptallaşmıştı. Bir ona bir diğerine bakıyordu.
Azgın bir müşrik, hançeresini yırtarcasına Ebu Kürz'e bağırdı:
-Bre ahmak ne duruyorsun kımıldasana!
-He, he, hemen. Hemen yola çıkalım, haydi...
Sevr mağarasına yaklaştıklarında Peygamberimizin nalini parçalanmış mubarek ayağı kanıyordu. Hazreti Ebu Bekr, Kâinatın Sultanını sırtına alarak mağaranın kapısına kadar getirdi.
Ay, her tarafı gündüz gibi aydınlatıyordu.
Aziz dost, Efendimizden müsaade rica ederek mağaraya önce kendisi girdi. Maksadı, yılan, çiyan gibi haşerat varsa onları zararsız hale getirmekti.
Mağaranın içinde her hangi bir haşerat görünmemekle beraber duvarlarda yılan delikleri vardı. Ebu Bekr, radıyallahü anh, gayet pahalı bir kumaştan dikilmiş olan gömleğini hemen üstünden çıkartıp parçalayarak bu delikleri tıkamaya başladı. Az sonra bütün delikleri tıkamış fakat yere yakın noktadaki birine çaput yetmemişti.
Bu son deliği de ayak tabanı ile kapattıktan sonra Resulullahı içeriye davet etti. Çok yorgun düşmüş olan Sevgili Peygamberimiz, arkadaşının dizine başını koyarak uyumaya başladı. Serveri âlem böylece uyurken bir nice zamandır Peygamberimizi görme arzusuyla bu mağarada bekleyen bir yılan, dışarıya çıkacak başka hiçbir delik bulamayınca içeriden Hazreti Ebu Bekr'in ayağını soktu. Ebu Bekr'in canı öylesine yandı ki kendini ne kadar sıktıysa da zehirin etkisinden göz yaşlarını tutamadı. Gayri ihtiyari akan damlalardan bir ikisi de Efendimizin mubarek yüzünü ıslattı....hemen uyandılar ve yarı-ı ğara/mağara arkadaşına niçin ağladığını sordular.
-Yılan dedi, Hazreti Ebu Bekr, ayağımı yılan soktu ya Resulallah...
Sevgili Peygamberimiz, yaraya mubarek tükrüklerinden birazcık sürdüler; acı derhal dindi.
.....
Bu esnada Ebu Kürz ve peşindeki müşrik gurubu Sevr'e çıkan izleri tesbit etmiş geliyorlardı...
-Ey Ebu Kürz nerde kaldı senin hünerin? Hâlâ bulamadık.
-Yanılıyor olmayasın. Bu izlerin yeni olduğundan emin misin?
-Şüpheniz mi var?
-Eminsin yani.
-Evet, eminim. İşte bakın mağaraya doğru çıkıyor. Yukarı tırmanıyoruz. Takip edin beni. Ben, demedim mi, "kimse elimden kurtulamaz" diye.
.....
Mekke müşrikleri, Resulullah'la arkadaşı Ebu Bekr'in saklandıkaları Sevr mağarasına tehlikeli şekilde yaklaşırken Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Allahü Teâlâ'ya bir dileğini sundu:
-Ya İlâhî. Şayet müsaade buyurursan mağaranın ağzını kunutlarımla kapatmak istiyorum. Düşmanları Habibinle Ebubekr'e iyice yaklaştılar.
Rabbimizden nida geldi ki:
-Ya Cebrail! Saklamak/settarlık bana mahsusdur. Ben, sevdiklerimi küçücük bir örümcekle düşmanlarının gözünden saklayacağım.
.....
Mağara ağzına gelen bir örümcek, çok kısa bir zamanda kapıyı ağları ile tamamen örttü. Sonra bir güvercin, bu ağlara hemen bir yuva yaptı; yuvaya yumurtladı ve üzerine yattı. Ve kapının önünde âniden "Mugilan" isminde bir ağaç yükseldi...
...derken, Allah düşmanları, yirmi metre kadar yaklaştıklarında sesleri işitilmeye başlandı...
-İşte aradıklarınız bu mağarada olmalı. Daha öteye gidemezler.
-Aferin Ebu Kürz. Sözlerin doğru çıkarsa mükafatı fazlası ile hakettin demektir. Ama orada da yoklarsa.
-Canım ne yapayım. Ben saklamadım ya...
Sesler yaklaşıyordu.
.....
İkinin ikincisi çok üzüldü ve göz yaşlarını zaptedemez oldu.
-Niçin ağlıyorsun kardeşim?
-Ya Resulallah, korkum kendim için değil. Şayet hazretinize bir zarar gelirse İslâm dîni mahvolur. Bu müteesser oluyorum.
Efendimiz Sıddık'ı tesseli buyurdular.
-Hayır, üzülme. Allahü teâlâ bizimle beraberdir.
-İşte mağaranın ağzına dayandılar; eğilseler bizi görecekler...
En kritik ân. Ancak, tevekkülde de zirve nokta. Peygamberimiz Rabbinin himayesinden en ufak bir ümidsizliğe düşmeden arkadaşına cesaret telkin ediyor. İşte tarihe altın harflerle geçen unutulmaz cümle:
-Üçüncüsü Allah olan iki dosta kimse zarar veremez..
Ebu Kürz Bin Alkame, şaşkın ve neş'esi kaçmış halde konuşuyor:
-İzler buraya kadar...Ya yere girdiler; ya göğe uçtular. Garip; çok garip!...
-Ee, belki içerdelir...diye fikir yürütenlere
Ümeyye bin Halef,cevap verdi:
-Dediğin söze bak! Güvercin, biz yaklaşırken uçtu. Yumurtaları da yuvada sapasağlam. Bu örümcek ağı, belki Ebul Kasım'ın doğumundan evvel bile vardı. Şayet mağaraya girmiş olsalardı ağ bozulmuş, yumurtalar yere düşmüş olurdu...
...Bunlar cereyan ederken insan gözünün ötesinde de bir mücadele oluyordu. İblis, kâfirlere yardım etmek isteyince, Cebrail, kanadı ile O4na öy le bir darbe indirdi ki yerin dibini boyladı. Son nefeste, Şeytan, mü'münin kalbinden imanı almak isterken de benzeri akıbete uğrayacaktır. İşte o akıbeti önce burada tattı...
.....
-Hadi hadi! Bırakın şimdi ağı, kuşu, yumurtayı. Ebul Kürz biz de sin bir adam bilirdik....
-Neyim ya?
-Adam olsan izlerini bulurdun.
-Ne yapayım? İzler buraya kadar...
-Kolundan tutarsam aşağı fırlatırım seni Ebu Kürz sus bari...
.....
Ayaklarının altında yuvarlanan taşlarla birlikte çekip gittiler...
Kâfirlerin bütün ümidleri kırılsın ve aramaktan vazgeçsinler diye mağarada üç gün üç gece kaldılar. Abdullah, tanbih edildiği gibi gündüz Mekke kâfirlerinin arasına girip çıkarak bilgi topluyor; akşamları gelip bunları haber veriyordu. Hazreti Ebu Bekr'in çobanı da sürüyü otlata otlata akşamdan sonra mağaraya yaklaşıyor ve koyunlardan süt sağarak iki mağara arkadaşına ikram ediyordu. Sütü çöl güneşinde kavrulmuş taşların çukurunda ısıtıyorlar...
.....
Ve iki seçilmişin ikincisine Efendimizin ince İslâmi bilgileri talim ettirmeleri... Ebu Bekr, diz üstünde; dil damakta; Yüce Allah zikredililyor.
....
Mağaradan sağ salim çıkabilecekleri kanaati hasıl olunca, Efendimizin talimatı ile amir Bin Fuhre ve Abdullah bin Üreyket develeri getirdiler. Bir deveye bu ikisi binerek yol göstermek için öne düştüler; diğerine de Peygamberimiz bindi ve terkisine Hazreti Ebu bekr'i aldı...
Mekke kapır kıpır. Herkes aynı şeyi konuşuyor.
-Hiç bir yerde bulamamışlar.
-Hayret. İzler Sevr mağarasına kadar gidip kayboluyormuş..
-Herhalde Muhammedin sihirlerinden biridir..
-Ebu Kürz bin Alkame de bulamadğına göre; başka izahı olamaz.
-Ebu Kürz tazı gibidir. Müthiş iz sürer ama bu defa hiç bir şey yapamamış.
-Bu yüzden bizimkiler bayağı tartaklamışlar.
-Eh ne yaparsın. Herkesin canı burnunda. Şu gelen Ebu Cehil değil mi?
-Evet o; hâlâ mağrur...
-Merhaba, kolay gelsin...
-Buyur ya eba Cehil, şöyle gel. Meclisimiz şenlensin..
-Ağzımızda tad mı kaldı ki şenlik olsun. Bir cemiyet altüst oldu...
Şimdi de bulunamıyor. Fakat bulunacak.
-Çok eminsin.
-Çünkü bugün yeni bir karar aldık. Bulana yüz deve ilaveten mal ve para verilecek.
-Ooo, büyük servet...
.....
Muhterem ve muhteşem yolcular, gece boyunca dağ yolundan gittiler. Hacfe denilen yerde sahile indiler. Artık müşrik tehlikesi kalmamıştı...
Şimdi, çocukluk, gençlik, olgunluk yıllarının geçtiği; bin türlü hatıranın yetiştiği bir vatan arkada bırakılarak yeni ufuklara, yeni yurdlara doğru gidiyorlardı...
Sevgili Peygamberimiz, Mekke, iştiyakı ile derinden bir "ah" çektiler.
-Ey Mekke! Vallahi sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı; indi ilahide en sevgili şehirsin. Eğer beni senden zorla çıkarmasalardı; imkânı yok ayrılmazdık. Benim için en güzel, en makbul vatan sensin. İnsan, hiç kendi iradesiyle senden ayrılıp yeni yurdlar edinir mi? Ah Mekke, ah güzel belde...
Cebrail aleyhisselam geldi...
-Ya Resulallah Mekke'yi mi özledin?
-Evet..
Vahiy Meleği, Mekke'nin İslâm orduları tarafından fethedileceğine dair Kasas Suresi seksenbeşinci ayeti kerimesini müjdeleyerek Resulullah'ın mahzun gönlüne serin sulan serpti...
.....
Kudeyd'e vardıklarında erzakları tükenmişti. Hazreti Ebu Bekr:
-Ya Üreyket! Yiyeceğimiz, içeceğimiz kalmadı. Bak şu ileride bir çadır var.
-Evet, hemen önümüzde sayılır.
-Kapısında da bir ihtiyar hatun görünüyor.
-Ha o mu? O'na Ümmü Mabed derler.
-Sor bakalım! Et, hurma içecek ne varmış...bedelini vermeyi ihmal etme...
-Peki, hemen geliyorum; diyen Üreyket devesi ile ileri atıldı.
.....
-Ana, merhaba!
-O, Üreyket yine mi sen? Buraları su yolu yaptın bakıyorum.
-Ee, ne yaparsın ekmek parası...
-İyi iyi; hiç değilse sayende biz de arada bir insan yüzü görüyoruz..
-Ama bu defaki insanların benzerini görmedin ve göremezsin...Yiyecek içecek ne var ana, hurma , et, süt? Ama parasını alman şartıyla kabul edebilirim.
Ümmü Mabed sitem etti:
-Deliye bak! Hem kıymetli kimseler; hem para; Onlar benim misafirim sayılır; ama....dedi ve derin bir iç geçirdi:
-Ohh...Şu sıra buralar yer demir, gök bakır. Ne Süt, ne et- ne hurma var.
-Sahi mi diyorsun ana...
-Ne yazık ki sahi.. Eli hep vermeye alışmış bir insana "Yok" demek ne kadar ağır geliyor bilir misin?
Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem ile yol arkadaşları da yanlarına gelmişlerdi...
Ebu Bekr:
-Merhaba Hatun. N'oldu Üreyket ne aldın?
Ümmü Mabed:
-Hoşgeldiniz bey. Maalesef hiç bir şek ikram edemedim. Şu aralar buralar kavruluyor. Bir şeycik yok.
-Hurma da mı yok?
-Üreyket:
-Bu çevrede kıtlık hüküm sürüyormuş. Ümmü Mabed, çok cömert bir hanımdır, ikramlık bir şey olsaydı bizi yedirip içirmeden, imkânsız, göndermezdi...
Efendimizin gözüne çadırın yanında bağlı olan sıska bir koyun çalındı...Sordular:
-Ey Ümmü Mabed. O koyun niçin şurada bağlı?
-Çok hasta ve zayıf, sürüyle gidemedi...
-Sağmama müsaade eder misin?
-Feda olsun ama; hiç sütü yok ki!
-Olsun. Bir kab rica ediyorum...
Sevgili Peygamberimiz, hayvanın yanına gelerek bereket vermesi için Allahü Teâlâya dua ettiler. Koyunun memeleri bir anda sütle doldu. Besmele çekerek sağmaya başladılar; dolan kabı önce Ümmü Mabede, sonra Ebu Bekr ve öbürlerine ikram ettiler; en son kendileri içti... Herkes kana kana içmişti...
Sonra:
-Ey Ümmü Mabed! Çadırdaki en büyük kabı getirir misin?
Buyurdular.
Şaşkınlıklar içinde kalan kadıncağız, denileni yaparak; Resulullah'a koca bir güğüm uzattı. Peygamberimiz bunu da doldurarak sahibine teslim ettiler...
Efendimiz ve arkadaşları, içtikleri sütün bedelini Ümmü Mabedin ısrarlarına rağmen ödeyerek yola devam ettiler.
Ebu Bekr:
-Allahaısmarladık Ümmü Mabed. Allah, cömertleri mahrum bırakmaz.
-Güle güle. Bu işde bir hikmet var. Güle güle...
Yolcular uzaklaşırken güngörmüş kadıncağız hâlâ hayretteydi "Beşer kudretini aşan bir taraf var bu işde". Evet, Ümmü Mabed, haklı. Hakikaten inasn kudretinin üstünde bir hadisenin şahidi olmuş; bir mucizeyi görmüştü.
Aradan çok geçmeden Ebu Mabed geldi ve sıhhat bulmuş koyunla süt dolu göğümü görünce hanımına sordu:
-Bir fevkaladelik görüyorum. Bu hasta koyun nasıl iyileşti? Bu sün ne?
Ümmü Mabed, olup biten ne varsa her şeyi bütün tafsilatı ile anlattı...
Ebu Mabed, çok heyecanlandı:
-Nasıl biriydi, şekli şemali nasıldı?
Ümmü Mabed:
-Aydınlık yüzlü ve kibar bir insandı. Halinde bir başkalık var. Menkıbelerini dinlediğimiz geçmiş Peygamberlere benzer bir hâli var sanki...kimbilir belki de bana öyle geldi...
Anlaşıldı... O, Kureyş'den çıkan Peygamber. Burada olsam O'na tabi olurdum. Keşke daha evvel gelseydim. Dedi ve devam etti:
-...devem nerede?.. Onları muhakkak bulacak ve getirdiği dine gireceğim....sen bir mucizeyi yaşamışsın ama farkında değilsin..
...Allahın hikmeti bazıları O'nu katletmek hırsıyla izine düşerken bazıları da Müslüman olmak için ardınca koşturuyordu. Nitekim, Ebu Mabed, Rim denilen mevkide Efendimize yetişti; hurmetlerini arz ederek kendini tanıttı; ve eshan-ı kiram'dan olmakla şereflendi...
Döndüğünde Ümmü Mabed de kocasından İslamiyeti öğrenerek hidayete erdi.
.....
Resulullaha süt veren o eski sıska koyun mu?
Ta Hazreti Ömer'in Hilafeti zamanında vuku bulan kuraklık gönlerine kadar yaşadı. Sütü hiç bir zaman kesilmedi.... Hep süt verdi durdu...
.....
-Hey Süraka! Haberin olsun bu salı toplantımız var. Herkes iştirak edecek. Sen bilhassa gelmesilin..
-Neymiş o herkesin katılacağı mühim toplantı?
-Hani şu Kureyş kabilesinden çıkan biri var ya. Peygamber olduğunu söylüyormuş...
-İşittim...
-Bütün taraftarı Medine'ye geçtikten sonra kendisi de ortadan kaybolmuş.
-N'olacaktı ya? "İşte ben geldim. Düşündüğünüz ceza neyse verin" mi diyecekti? Bunu mu bekliyorlarmış?
-Bırak şimdi eğlenmeyi. Kureyş bulana veya bulanlara yüz deve ve bir sürü mal ve nakdî mükafat vaad ediyor.
-Tabii vaad eder. "Medine yarın İslam Devleti olursa" diye yürekleri küt küt atıyor.
-Bütün Müdlicoğulları gelecekler. İhmal etmemelisin.
-Etmem etmem. Hadi bana müsaade...
.....
Süraka bin Malik, Müdlicoğulları aşiretindendi. Yaman at sürerdi. Kudey'de ikamet ediyordu. Toplantı bu kasabada yapılacağına göre niçin iştirak etmesindi...
Ancak, İlahi cilve O'nu yolda karşılaştığı bir Müdlicoğlunun ısrarla "gel" diye tenbih ettiği Salı meclisine gitmekten alıkoydu...
Süraka, oradan ayrıldıktan sonra bir kaç dostuna rastladı. Oturmuş şuradan buradan konuşuyorlardı ki...bir Kureyşli çıkageldi:
-Hey Süraka! Ben az evvel sahil yolunda deve ile giden bir kaç insan karaltısı gördüm. Mamafih aramız bayağı uzaktı ama öyle tahmin ediyorum ki onlar Muhammed ve adamları...
-Hayır dedi, Süraka, ben şimdi o taraftan geliyorum. Dediğin yolcuları gördüm. Alâkasız insanlar.
-Emin misin?
-Canım gördüm, diyorum. Ötesi var mı?
Süraka, ne o tarafa gitmiş, ne de onları görmüştü. Bu Kureyşlinin haberi, birden zihninde bir fikrin çakmasına sebep olmuştu: "O yüzden bu lafları uydurmuştu. Nitekim orada biraz oyalandıktan sonra bir bahane ile kalkıp evinin yolunu tuttu.
Hemen hizmetçisine atını hazırlattı ve O'nunla vadinin arkasına gitmesini söyledi. Kendisi de mızrağını yanına alarak başka bir yola çıktı. Mızrağın temreni parlayıp dikkat çekmesin diye yere doğru tutuyordu. Biraz sonra hizmetkârının olduğu yere geldi; ve sür'atle atına binerek derhal gözden kayboldu...Atı o kadar hızlı sürüyordu ki, adamcağızın ağzı açıkta kaldı; efendisine n'olmuştu böyle...
.....
Hadi kızım, hadi daha hızlı. Hadi...yüz deve biliyor musun, yüz deve. Müthiş servet. Yüz deve paralar...mallar!
Süraka, çatlatırcasına koşturuyordu. Sanki rüzgârla yarışa çıkmıştı...
-Hadi, kimseler ayıkmadan biz onları yakalayalım, hadi, hadi, hadi....
.....
-İşte izleri. Şimdi geçmişler belli. Hadi kızım ter içinde kaldın ama, sen cins arap atısın. Bu mesafeler sana vız gelir. Yaklaşmış olmalıyız. Hadi....Ha...İşte oradalar!
.....
Efendimiz ve arkadaşları, her adımda biraz daha yaklaşın kılıçlı, mızraklı suvariyi çoktan farketmişlerdi. Ancak Peygamberimizde hiç bir telaş eseri yoktu. O, sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'an-ı kerim okuyordu..bir ara şöyle bir dönüp gözucuyla baktılar.
...Ki Süraka, atının başı üzerinden aşarak kumlara yuvarlandı...Ama hırsla atın üzerine fırladı ve yine mahmuzlamaya başladı. O kadar yaklaştı ki, Şanlı Peygamberin tilavetini işitiyordu.
Ebu Bekr, radıyallahü anh, gözyaşlarını tutamaz oldu. Efendimiz süal buyurdular:
-Ey kardeşim niçin ağlıyorsun?
-Ey Allah'ın Resulü! Kendim için asla tasalanmıyorum; endişem sizden yana...
Bütün zaman ve mekânların en üstün kul ve peygamberi sükunetle cevap verdiler.
-Düşmandan dolayı gam çekme; dost bizimledir...
Süraka, saldıracak mesafeye girmişti. Bir nara attı ve:
-Ya Muhammed! Şimdi seni kim koruyacak? diye bağırdı...
Peygamberimiz:
-Cebbar ve Kahhar olan Allah!
Dediler ve ellerini semaya açarak dua buyurdular?
-Ya Rabbi! Bizi düşmanın şerrinden ne ile dilersen O'nunla muhafaza buyur.
...der demez Sürakanın atı diz kapaklarına kadar kuma gömüldü.
İşte bu beklenmedik bir şeydi.
Süraka ne kadar uğraştıysa nafile. Atı kumdan çıkaramıyordu. Hayvan, müthiş şekilde huysuzlanmış; kişneyip duruyordu. Suvari, tarifi mümkün olmayan bir korkuya kapılmıştı. Kendisi de at da terden su içinde kalmışlardı.
Biraz evvel kocaman laflar eden adam şimdi can derdine düşmüştü:
"Ya Peygamber, beddua eder de kendisi atıyla beraber diri diri yere gömülürse"...korkunç bir şey bu. Düşünülmesi bile hayalleri cayır cayır yakan dehşetli bir manzara...
-Pişman oldum... Size hiç bir kötülüğüm dokunmayacak. Çekip gideceğim. Sizi gördüğümü kimseye söylemeyeceğim! N'olursunuz kurtarın beni; ocağınıza düştüm kurtarın...
Bütün insanlığı kurtarmaya gelen merhamet ummanı büyük Peygamber, ufukları yırtan bu yalvarışa dayanamadı:
-Yarabbi. Eğer doğru söylüyorsa halâs eyle...
At, bir iki silkinip zorlandıktan sonra kurtuldu. Hayvanın ayaklarının çıktığı yerden göğe doğru ateş dumanı yüksele yüksele mavi derinlikte eriyip gitti.
Süraka, aziz yolcuların yanına geldi:
-Yanımdaki bütün yiyecekleri size vermek istiyorum. Ayrıca şu oku alın. İlerde benim çobanlarımı göreceksiniz. Onlara bunu göstererek istediğiniz deveyi alabilirsiniz, dedi.
İki cihan sultanı:
-Hepsi senin olsun! İhtiyacımız yok! Müslüman olmadıkça hiç bir şeyini kabul etmeyiz. Bizi gördüğünü gizle yeter.
-Bundan sonra size zarar verecek hiç bir hareketim olmayacaktır. Ayrıca bu tarafa gelmiş isteyenleri de başka yönlere sevk edeceğim. Buna söz veriyorum. Ama bir isteğim var. Bana lütfen bir aman vesikası veriniz ki dilediğim zaman yanınıza gelerek müslüman olabileyim...
Peygamberimizin emriyle Âmir bin Führe bir deri üzerine "Emanname" yazarak Süraka'ya verdi.
.....
Mekke'nin fethinden sonra Resulullah, Huneyn gazasından dönerken Süraka, Efendimize bu "Emenname" ile gelerek iman edecektir.
Peygamberimiz, Süraka, radıyallahü anh'ı kabul ettiğinde:
-Ya Süraka nasılsın? Şu ân Kisra'nın bileziklerini takındığını görür gibiyim, demişlerdir.
O gün Resulullahın bu sözleri anlaşılmamış; Hazreti Ömer zamanında koca İran devleti fethedilip Kisra'nın eşyası ganimet malı olarak Medineye getirildiğinde Süraka, Kisra'nın bileziğini takınırken mucizenin sırrı çözülmüştür.
.....
Süraka, geldiği yoldan geri dönerken bir gurup Kureyşli atlıyla karşılaştı:
-Hey Süraka nereden böyle?
-Şu sizin peygamberle arkadaşlarını arıyorum, malum ya yüz deve mükafat var.
-Bizim Peygamber mi; bizim düşmanımız O. Ee, N'oldu göremedin mi?
-Görmek bir yana, izlerini bile bulamadım. Hadi gerö dönün. Bu tarafta boşa vakıt harcamayın...
.....
Süraka sözünde durmuş ve büyük dâvânın büyük yolcularının rahat nefes almalırına vesile olmuştu.
....
Ebu Cehil, daha sonra Süraka olayını işitince O'nu hicveden bir kıt'a şiir söylemiş; Süraka da bu azgın din düşmanına yine şiirler karşılık vermişti. Keza Hazreti Ebu Bekr, radıyallahü anh, dahi bu tarihi ve unutulmaz vak'ayı bir kaside ile nazmeylemiştir.
....
Sevgili Peygamberimiz ve yol arkadaşları bir zaman gittikten sonra bir çobanla karşılaştılar. Karınları acıkmıştı. Çobandan süt satın almak istediler;
Çoban:
-Sağılacak koyunum yok. Bir keçi var; onun da sütü kalmadı, dedi.
Efendimiz, çobandan keçiyi getirmesini rica ettilir. "Acaba ne yapacaklar" odercesine, çoban şaşkınlıkla hayvanı yanlarına getirdi. Peygamberimiz dua okuyarak keçiyi sağmaya başladı; bir kab doldu. Bunu Ebu Bekr, Âmir ve Abdullah'a içirdiler. Sonra yine sağdılar; bu defa da kendiler içtiler. Çobanın aklı başından gitmişti...
-Kimsin, daha evvel gördüğüm insanlara benzemiyorsun. N'olursun kendini bana tanıt...diye yalvarınca; Peygamberimiz tebessüm ettiler.
-Bir şartla. Kimseye söylemeyeceksin!...
-Söylemeyeceğim...
-Ben, Allahın Resulu Muhammedim...
-Haa! Kureyşin, "dininden döndü" dediği adam.
-Sen onlara aldırma. Nefslerine hoş geldiği için öyle söylüyorlar...
-Ne derse desinler. Şu yaptığını ancak bir Peygamberden sadır olabilir. Bu sebeple Hak Peygamber olduğuna bütün kalbimle şahadet ediyorum...Eğer müsaade ederseniz ben de sizinle gelmek isterim...
Efendimiz:
-Şimdi olmaz. Sonra gelirsin, buyurdular.
.....
Amîm mevkiine vardıklarında Büreyde bin Husayb ve yetmiş akrabası, önce muhalifken; sonra Sevgili Peygamberimizin tatlı diline hayran kalarak Müslüman oldular. Bu yeni Müslümanlar atlıydı... Ve Resulullahın müsaadesi ile hepsi şanlı muhacirlerle iltihak ederek onlarla beraber Medine yoluna devam ettiler.Yatsı namazı bunlarla birlikte geniş bir cemaatle kılındı. Büreyde, o gece Peygamberimizden Meryem Suresinin baş tarafından bir mikdar öğrendi.
.....
Sabah olduğunda Büreyde, radıyallahü anh,:
-Ya Resulallah Medine'ye bayraksız girmeniz uygun olmaz.
Diyerek bembeyaz sarığını çıkarıp mızrağına taktı ve tâ Medine'ye girene kadar kafilenin önünde öylece yürüdü...
...Ve işte ilk İslam Bayraktarı Hazreti Büreyde hakkındaki Peygamber müjdesi:
-Ey Büreyde. Benden sonra bir şehre gideceksin ki orayı kardeşim Zülkarneyn bina etmiştir. O şehre Merv derler. Sen Kıyamette o bölgenin nuru ve oralıların öncüsü olacaksın...
.....
Resulullahın Medine'ye hicret için yola çıktığı işitilmişti. Bu sebeple Ensar, birkaç gündür Medine dışına kadar geliyor ve sıcak iyice bastırana kadar Peygamberin yolunu gözleyip geri dönüyorlardı...
Rabiül evvel ayının sekizinci Pazartesine 622 Miladi senenin 20 Eylül günü kuşluk vakti insanlığın kurtarıcısı Büyük ve Şanlı Peygamber, yol arkadaşlarıyla beraber Medineye bir saat mesafedeki Kuba köyüne girdiler. Hicretin bu birinci Pazartesi Müslümanlar için Hicri Şemsi yılbaşı oldu.
Aynı senenin onaltı Mayısına denk gelen Muharrem ayının birinci gününün Hicri kameri yılbaşı olarak kararlaştırılması ise Hazreti Ömer zamanında olacaktır...
Hicret'de insanlığın baştacı ellidört yaşında bulunuyordu.
Bu seneye "senetül izin" izin yılı denilir.
Külsüm Bin Hidun, radıyallahü anhın evinde konakladılar...
Sevgili Peygamberimiz Kuba'da kaldıkları zaman zarfında Kuba Mescidini yaptırdılar. Temele ilk taşı koyan bizzat kendileri. Bu sebeple Mescid-i Kuba, Kur'an-ı Kerim'de Tevbe Suresi'nin 108. ayeti kerimesinde; "...temeli takvâ üzre atılan mescid" diye övülmektedir.
O Kuba ne kadar bahtiyardır ki ilk mescid kendi toprağında yükselmiştir.
Mekke'de üç gün kalan Hazreti Ali, Emanetleri sahiplerine teslim ettikten sonra gündüz saklanıp gece yol alarak Kuba'ya geldiğinde ayakları şerha şerha yarılmış kanıyordu. Öyle ki Kuba'ya kadar gelmiş, ancak artık Resulullahın huzuruna çıkacak mecali kalmamıştı. Bunu işiten Efendimiz, kendileri Ali, kerremallahü vecheh, efendimize gelerek O'nu göğüslerine bastırdılar ve ayaklarını elleri el sığayarak dua ettiler.
-İnsanların öyleleri vardır ki Allahü teâlâ'nın rızası için nefsini feda eder.
Bekara Suresi 207 Ayeti kerimesinin Hazreti Ali'nin hayatını hiç tereddüt etmeden Peygamberi uğruna kahramanca ortaya koyması üzerine geldiği söylenmiştir.
....
Sevgili Pegamberimiz ve yüz kadar refakatçi bir Cima sabahı Kuba'dan ayrıldılar.
Kuba vadisinde Rânûna denilen yere geldiklerinde vakit öğlendi. Bu esnada Cuma namazı kılmak farz oldu. İlk Cuma namazı bu mevkide kılındı ve ilk hutbe de Resulullah tarafından burada irad buyuruldu:
-Ey insanlar. Hayatta iken ahiretiniz için tedarik görünüz. Cenabı hak, kıyamet günü soracak ki: Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın? O kimse sağına soluna bakacak bir şey görmiyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmiyecek. Öyle ise her kim, kendisini velevki yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin; onu da bulamazsa bari güzel sözle kendini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir.
.....
Evet; özet olarak ilk hutbe...
.....
İlk hutbeyi okuduktan sonra ikinci hutbeyi buyurdular:
....Allah'a hamd ederim ve ondan yardım isterim. Nefslerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık. Allahın hidayet ettiğine kimse kötülük yapamaz, Allahım istemediğine de kimse hidayet edemez. Kelamın en güzeli kitabullah'dır. Kur'an-ı Kerim, kelamların en güzeli ve en beliğidir.Allahın sevdiğini seviniz. Allahı canü gönülden zeviniz. Allahın kelamından ve zikrinden usanmayınız. Kelamullah, her şeyin âlâsını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve haram ve helali beyan eyler. Allaha ibadet ediniz ve O'na bir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız.
Aranızda kelamullah ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü teâlâ ahdini bozanlara gazap eder...
.....
Hutbenin son cümlesi, anlayanlara gerekli işareti veriyor ve "dikkatli olunuz" diyor. Çünkü Ensar, Akabe'de Sevgili Peygamberimiz, Medineye geldiği takdirde O'nu korumak hususunda teminat vermiş ve yemin etmişlerdi. Şayet onlar da bir hata işlerlerse bu kendilerinin de, insanlığın da aleyhine olurdu. Mesele bu çapta hassastı.
.....
Medine eşrafı, Kubaya kadar gelerek Resulullahı karşılayıp "Hoş geldiniz" demişlerdi; şimdi birlikte medine'ye dönüyorlardı. Bunlardan biri de meşhur şair Hasan İbni Sabit, radıyallahü anh'dır. Efendimizin hicretine dair bir kaside yazmış; şükür ve sevinci dila getiren bu şiiri Allah'ın Peygamberine takdim etmişti:
Sizden iyisini görmedi gözler asla
Sizden güzelini doğurmadı analar
Her ayıp ve kusurdan uzak yaratıldınız
Sanki...Nasıl dilediyseniz öyle yaratıldınız.
.....
Medinei Münevverede; aydınlıklar ve ayadınlar beldesinde ahali kadın, erkek, çoluk, çocuk yollara pencereler dökülerek, ağaçlara, damlara çıkarak Resulullahın teşrifini gözlemeye devam ediyorlar.
...bütün şehir tek vücut ve tek kalb olmuştu. Her evde ve herkesde aynı me'ud heyecan hakimdi. Kadirşinas Medineli O'nu, Allah'ın sevgilisini bekliyordu; O'nu bağrına basacak, O'nu başına tac, gönlüne sultan yapacaktı.
.....
-Geliyorlar... İşte... Resulullah geliyor!
Haberi ile Medine ayağa kalktı.
Herkes koştu en temiz urbalarını giydi, çocuklara en yeni kıyafetleri yakıştırıldı, erkekler atlanıp silahlandı...Medine tam bir bayram havasına girdi... Ensar, Medineliler sevinçten ağlıyorlar.
Peygamber devesi Kusva, üzerinde Resuller Resulü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem olduğu halde ahenkli adımlarla ilerlerken kadın ve çocuklar, bir kaside söylüyorlardı ki belki de o ânı en güzel bu şiir terennüm ve tarif eder. Bir de Enes bin Malik radıyallahü anh'ın şu sözü:
-Resulullah'ın Medine-i Münevvereye girdiği gündendaha güzel ve neş'eli birgün görmedim.
...Evet, Sevgili Peygamberimizi karşılayan bahtiyar insanları dinliyoruz:
TALEAL BEDRÜ
Taleal bedru aleyna
Minseniyyeti-l veda'
Vecebbeşşükrü aleyna
Mâdeâ lillahi de'a
Eyyühel meb'usu fîna
Ci'te bilemril muta'
Ci'te şerraftel medîne
Merhaben yâ hayreda'
Ente şemsun, ente bedrun
Ente nûrun âlâ nûr
Ente misbe hassüreyya
Ya habîbi, ya Rasul
Kadle bisnâ sevbe izzin
Ba'de esvâbı-rrika'
Vereda'nâ sedye mecdin
Ba'de ayyâm-iddeya'
Kalet ehmâru-ddeyâcî
Kulli erbâbil İslâm
Küllü men yetbe' Muhammed
Yenbağî en lâ yüdâm
Veteâhednâ cemîen
Yevme eksemne-l yemîn
Lennehûne-l ahde yevmen
Ve-ttehazne-ssadkadîn
Lestü vallahi neziyyen
Mâ yukasihi-l ibâd
Meşheden yâ necme emnîn
Zû vebâin ve vidâd